Açık Toplumdan Kapalı Topluma Ahlâk

Açık Toplumdan Kapalı Topluma Ahlâk

Açık Toplumdan Kapalı Topluma Ahlâk

Yıllar önce bir sitede yazdığım bir makaleyi sizlerle paylaşmak işitiyorum:

“ . . . Kapalı toplum, geçmişe dönük kurallarla bağımlıdır; insanları belli bir odaktan sürü içgüdüsüyle mekanik biçimde yönlendirir. Tutucudur, gelişmelere direnir. Toplumun baskısından doğar. Orada insanlar kapalı ahlaka sorgulamadan, kendiliğinden uyarlar. Bireysel olmayan, bireyleri gözetmeyen, tartışılmamış kalıplardan oluşan, uymacı (konformist) katı bir ahlaktır, kapalı ahlak. Açık ahlak ise, önyargıları yıkan, yaşamın yaratıcılığını kışkırtan, toplumu geliştiren, bireyleri gözeten, esnek, özgürlükçü ve demokratik bir ahlaktır. Sokrates gibi kimi toplum önderleri, kapalı ahlakı sorgulayarak ve yıkarak bireyleri açık topluma ve ahlaka sürüklerler. Toplum, açık topluma dönüştükçe bu ahlak anlayışı egemen olmaya başlar. Kapalı ahlak,  yerini yavaş yavaş açık ahlaka bırakır. En sonunda da oradan kaçar. Demokrasi açık ahlakı, açık ahlak da demokrasiyi besler.” (05.01.2010, stargazetesi, Sami Selçuk)

Türkiye, 1946 yılında çokpartili siyasal yaşama geçme denemelerinde bulunmuş, ağır aksak da olsa bu sistemi işletmeye çabalamıştır. Eğer, demokrasi açık ahlâkı ve açık toplumu öngörüyorsa, Türkiye’deki açık toplum ve açık ahlâk tanımını nasıl yapmalıyız? Daha doğrusu, içinde yaşadığımız Türkiye koşulları, bizim açık toplum idealinin tüm yerindeliklerine haiz olduğumuzu ve bunlara riayet ettiğimizi gösterir mi?

Her şeyden önce, Türkiye’de ahlâk olgusuna bakışı ele almamız gerekmez mi? Ahlâk, genel olarak toplumsal düzeyde bir genelleme yapar. Tabii bir de bunun mikro ölçekteki tanımlamaları vardır. Özellikle, siyasal ahlâk, toplumumuzda en çok istismar edilen, en fazla insanların duygularının sömürüldüğü alandır. Siyaseten bir ahlâk normunun siyasetçilere, onun türediği topluma uydurulamamış olması, siyasetçinin yaptığı işi, tümden olarak değil de, tekil olarak algılaması, siyaset ve devlet kavramlarına kafasında yüklediği mânâların daha çok “köşedönme” yolunda bir araç olarak işlevsellik kazanması, toplumda her daim sorguladığımız ahlâk olgusunun, sorunlu kısımlarıdır. Politikacıların, işbaşına gelmeden önce, meydanlarda ses tellerinin kısılıncaya kadar bağırarak, siyasi ahlâk propagandası yapması, sloganlarını, “temiz siyaset, temiz toplum” gibi popüler anlayışa dayaması, aslında bizim gibi gelişememiş, gelişmekte olan ülkelerin siyaset konusundaki kanayan yaralarından biridir.

Kapalı toplum için, insanların belli bir odaktan sürü psikolojisi ile mekanik olarak yönlendirilmesidir demiş, Bergson. Türkiye de yıllarca tarih sahnesinde kendince bir yer edinmiş siyasetçilerin arkasından sürüklenmedi mi? Mekanik olarak arkasından düşünmeden gitmediler mi? Politikacıların ağdalı biçimdeki hitabet sanatına kanmadılar mı? Körü körüne takım tutar gibi, particilik yapılmadı mı? Partizanlık, bazı durumlarda militancılığa bürünmedi mi? Şimdi, Türkiye demokratik bir rejimle idare ediliyor diye, açık toplum mudur? Demokrasinin en önemli öğeleri, şeffaflık, saydamlık, hesapverilebilirlik, adalet önünde eşitlik, istifa müessesi, bunlar tam olarak işletilebiliyor mu?

Kapalı toplum, kapalı ahlâk; geleneksel, tutucu, bireysel olmayan, statükocu özellikleri önplana çıkarıyorsa, Türkiye’de içinde yaşadığımız toplum modeli için açık toplum diyemeyiz. Hâlâ birçok şey, gelişme, ülkede muğlaklığını korumakta, insanların kafasında oluşmuş soru işaretlerini giderebilmiş değil.

Geçmişin statükocu öğretisi, devletin işleyişinden, toplum değer yargılarına kadar etkinliğini sürdürmekte. Geleneksel ve tutucu mantığın kurmuş olduğu ulus devlet inşasının, geçmişte varolan tehlike algılamalarına karşı geliştirdiği koruyucu önlem mekanizmaları, Türkiye’nin açık toplum olmasında en büyük engel olarak görünmekte. Tabii bir de Türkiye’deki “iktidar” mücadelesinin çok farklı yankılar yaratması, devlet içindeki yapılanmaların iktidarı ele geçirme gibi sakil ve sakıncalı bir mücadele içinde, hukuku, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan davranışları, devlet içinde “devletçik” yaratmaları, devletin vatandaşın verdiği vergileri ile kurulan kurumlarının, ikbal, hırs ve ihtiraslar içinde duyarsızca kullanılması, zahiri olarak uygulanan demokratik sistemden ötürü Türkiye’yi açık toplum yapsa da, bilimsel ölçütlerde görünen maalesef bu minvalde değildir.

Ama, bütün bunlar, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e çamur atmak isteyen insanlara gerekçe doğurmaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyetin ilk yıllarında yaptığı icraatları, öncelikle “homojenliğe” önem veren toplumsal yapıdan ulus inşası, hiçbir şekilde ne Atatürk’ü diktatör yapar, ne de yerleştirmek istediği siyasal-toplum modelini, demokratik kurum ve kuralların olmadığı kapalı toplum yapar.

Ha, içinde varolduğumuz toplumsal gerçeklik, yukarıda saydığım açık toplumda olması gereken, şeffaflık, saydamlık, hesapverebilirlik, hukukun üstünlüğü gibi evrensel unsurları yapısı gereği bireysel bazda da, birey-toplum-devlet bazında da, gözetiyor mu derseniz? Cevabımız, “hayır” olacaktır. Ama, önemli olan makûs talihim böyleymiş deyip ağlamak olmamalı, işin püf noktası, çağın ruhunu yakalamak.  

Erhan Salman
Ben, ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ, ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ BÖLÜMÜ mezunuyum... Kitap okur, köşe/kitap yazarım... Elimden geldiğince ilgi alanım doğrultusunda yazmak, en büyük tutkum ve hedefim. SEVGİYLE OKUYUN...
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Ruh
Sonraki
Brad Pitt, "Ad Astra" ile Uzay Yolculuğuna Çıkıyor

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.