Herkese Merhaba!
Buradaki ilk yazımı cinsiyet üzerine yazmak istedim. Çünkü insanoğlunun birbiriyle davalı olduğu ilk meseledir bu bence. Cinsiyet dediğim kadın veya erkek gibi biyolojik bir ayrım değil, toplumsal cinsiyet tartışmalarının da ele aldığı bir konu; biyolojiden öte, kültürel olan ”kadınlık ve erkeklik” ayrımı.
Yalnızca kadınlıktan bahsetmeyeceğim. ”Erkeklik” kavramının getirdiği bunalım da konuşulmalı artık birileri tarafından. Çünkü zaten kadınların ezildiğini ve sahip olması gereken haklara sahip olamadıklarını düşünen feminen hareketin, sadece kadınla ilgili çalışmalara yönelmiş ve aslında yaralı bir terim olan erkekliği konu alacak neredeyse hiçbir çalışma yapmamış olduğunu görüyoruz. Zira kadınlar artık cinsiyetlerini kimlikleri olarak görmeye başlamışlar. Oysa Butler kimliğin imkansızlığını savunur. Hayır, Queer kuramını da savunmuyorum. Aslında amacım bir şeyi savunmak değil, göz ardı edilen konuları konuşabilmek. Bazı şeyler ortadadır ama onu kimse görmez veya görse de dile getirmek istemez. Peki ama söyler misiniz ortada olan, herkesin gördüğü fakat üzerine konuşmadığı, buna inat benim gözümü ısrarla bu denli tırmalayan bir şey hakkında konuşmadan nasıl durabilirim ?
Bu konuyla başladım yazmaya; çeşitli etiketlerle damgalanabilme ihtimalini göze alarak. Bir davayı anlatabilmek adına, söylenen tüm çirkinlikleri göz ardı edebilirim. Çünkü inanın insan en azından ‘ne olmadığını’ çok iyi biliyor. O yüzdendir ki, içimden gelen konuyu paylaşacağım sizinle. Belki de bunu yaptığım için ”canavar” olacağım. Gilbert ve Gubar’ın da dediği gibi; toplum, itaat eden, tabiri câizse ”çok yormadan” her denileni yapan kadına ”melek”; dilediğini yapan, onların koyduğu kurallara uymayan kadınlara ise ”canavar” demiştir. Ya da bizim Türk edebiyatında olduğu gibi ”kurban-ölümcül ” ikilemi vardır. Birinci terim olan kurban, çok iyi bir ev kadını veya anne olmalıdır. Birincisi değilse muhtemelen ölümcül kadındır. Bu ikilem günümüzde ”itaatkâr-feminist” ikilemi olabilir belki de. Tabii itaatkârı önce yazdım çünkü biliyoruz ki düalist yapıdaki ikilemlerin ilki olumlu mana ifade eder. E haliyle itaatkârı önce yazmalıydım.(!) Peki itaatkâr ama neye göre, veya ne için? Feminist ama neden? Veya neden değil? Hiç önemli değil, sorgulamamalısın. Çünkü etiket koymak sorgulamaktan daha kolaydır. Neticesinde anlamak, sorunla yüzleşmeyi gerektirir. Uğraş istemez, zekâ istemez; biraz zan biraz cehalet yeterlidir. Sezai Karakoç’un da dediği gibi:
Anlamak masraflı iştir
Bu konuda etiketler koymak için ise ataerkillik kâfidir.
Demem o ki, düşünmeye gücü yetecek kadar bile zekâsı olmayan herkesin hakkımda koyduğu etiket helali hoş olsun.
Tarih boyunca toplumun veya devletlerin siyasal veyahut kültürel değişikliklerini, cinsiyeti bir nesne gibi kullanarak yaptıklarını görüyoruz. Ülkemizden bahsetmek gerekirse, Cumhuriyet döneminden örnekler verelim mesela biraz. 1950’den itibaren ders kitaplarında ”mükemmel bir ev hanımı” portresi çizilmek istenmiş. Bu kadının alım gücü yoktur. Örneğin bir çocuğa ”annen sana ne aldı” diye sorulduğunda, ”altın aldı” cevabını verirken çocuk, ilerleyen yıllarda altın bir yana, yün bile alamaz bu kitaplarda anne. 90’lı yıllarda ise yiyecek bile alamaz. Veya kadın bilgiyi almadığı gibi, bilgiyi veren kişi de olamaz. Yalnızca babalar, elinde gazetesiyle verir bilgiyi. İş bölümü de keskin çizgilerle ayrılmıştır bu kitaplarda 50’lerden itibaren. Mesela kadın hep evde olmalıdır, erkek ise sadece işe gidip para kazanmalıdır. Ya da anneler iyi anne, eş olduğu kadar sevilir. Menfaatsiz değil. Eğitimi geçelim, biraz güzellik anlayışından bahsedelim. Yine cumhuriyet döneminde 1920li yıllarda ilk güzellik yarışmasının yapılmasının sebebi o zaman ağızlarda dolaşan ”meydan Türk güzeli görsün” ibaresinden bile anlaşılabilir. Aslında kadının güzelliğinin bir ırkı yüceltmek için kullanılması, kadının kendi deneyiminin bir nesnesi olmasıdır.
Tarihte erkek vücudu da teşhir edilmiştir, sadece kadınınki değil. Erkek kaslı olmalı, belli başlı özelliklere sahip olmalı, tam olmalı ki erkek olsun. Bu anlayış gözümüzün önünde, çok uzakta değil. Herkesin bildiği bir örnek söyleyeceğim şimdi:
Cüneyt Arkın, Kartal Tibet gibi oyuncuları herkes bilir. Olağanüstü güçleriyle asla yenilmezler bunlar. Çünkü erkek yenilmezdir. Erkek olmak için herhangi bir sakatlık olmamalı veya duygusal olmaya da hakkı yoktur erkeğin. Çünkü duygusallık da aslında sakatlık kadar erkekliği zedeleyen bir şey. Ötesi yoktur, erkeklik buradan geçer.
Erkeklik veya kadınlık nedir sahi?
Erkeklik, zamanında bazılarının tanımladığı gibi ”kadınsal her özellikten uzaklaşmak” mıdır? ”Duygu kontrolü” müdür? ”İktidarı elinde bulundurmak”? ”Hegemonya”? Veya kadınlık nedir sahi? ”Kadınlar anne olabildikleri kadar mı kadındır? Peyami Safa’nın da dediği gibi ” kadının edebiyatı rahmi midir? ”Erkeklik ise yaratmak veya yaratma sancısı duymak” yani sanat ortaya koymak mıdır? Gerçekten kim belirler bu erkeklik veya kadınlığı?
Günümüzde hala bu anlayışlar devam ediyor. Oysa her birey özeldir ve doğrular, cinsiyetle belirlenmeye indirgenemez . Mesela bir kadının muhakeme gücü erkeğinkinden kuvvetliyse, evde bazı şeyleri kadının yönetiyor olması erkeği noksan kılmaz. Kendimizce kurallar koyup da insanlara bunları dayatamayız. Ahvale göre değişiklik gösterir doğru. Herkesin karakteri bir değildir. Üstelik yaratıcıdır kullarını farklı cinsiyet ve karakterde yaratan. Biz ise bu cinsiyetlere adeta ilahi bir güçle yeni özellikler yüklemek istiyoruz. En başından sanki yaratıcı böyle yaratmış da böyle olmalı gibi tapıyoruz doğrularımıza.
Peki tüm bunların sonunda ben ne düşünüyorum?
Ben, kadını veya erkeği değil; ”insan”ı halife kılan Bir yaratıcının kuluyum. İnsana sadece insan olduğu için değer verebilirim.