Bu yazıda yine okuduğum bir kitaptan bahsedeceğim. İnanın ki okuması çok kolay, kısacık bir kitap. Yarım saatinizi bile almayabilir. Ama kitaplar hiçbir zaman sayfa sayısıyla ölçülüp, değerlendirilmemeli. İşte bu da cüssesini aşan kitaplara mükemmel bir örnek olacak. Onu okurken: hem yazarla konuşan, hem daha fazla soran, hem de sorularının ışığında hayal gücüyle üreten aktif bir okur olmanızı sağlayacak, sanatsal yönünüzü zorlayacak ve sorularınızın çeşitliliğini genişletecek.
“Sorabilir miyim kitabıma
ben mi yazdım onu gerçekten?”
Şöyle söyleyebilir miyiz; Dünyayı algılama biçimimiz, merak edip de sorduğumuz soruların izinde şekillenir. İnsanlık tarihine şöyle bir bakış attığımızda, cevaplara güven olmadığını görürüz; onlar her zaman bizi şaşırtabilir, değişebilir. Bir cevaba körü körüne inanmak, bu yüzden tehlikelidir. Bundan yıllar önce, bir boğanın boynuzları arasında yaşadığımıza inanabiliyorduk mesela. Dünya ve evren hakkında üretilen bilgilerin tarihine göz gezdirecek olursak; bu günün teknolojisiyle bile, hiçbir bilginin yüzde yüz güvenilir olamayacağını, aklımızın bir köşesinde bulundurmamız gerekiyor.
“Dört herkes için dört mü?
Eşit mi bütün yediler?”
Bu demek değil ki cevaplarımızın peşine düşmeyelim. Sadece bu “peşine düşme” macerasında bizi harekete geçirenin cevaplar değil de sorular olması gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Peki iyi soru veya kötü soru gibi kavramlardan bahsedebilir miyiz. Pek zannetmiyorum. Bence bu sadece, iyi ve kötü kavramlarının değerleri konusunda daha uzun bir tartışmaya yol açacaktır (bu da başka bir yazının konusu olabilir). Tamam, ama bir konu hakkında (hayal gücümüzün sınırları dahilinde) sonsuz sayıda soru üretebiliyorsak, bu soruları nasıl sınırlandırıp, kategorize etmeliyiz. Burada da, araştırmayı kolaylaştırmak amacıyla ayrılan disiplinlerden bahsedebiliriz: Sanat, bilim, sosyoloji, psikoloji, felsefe vb. (ve daha sonra alt kolları)… Peki kategorize etmek demek, okullarda bize öğretilip, sınavlarda istenilen o cevaplar kadar, düz, net ve değişmez sınırlar içerisine hapsolmak anlamına mı gelir? Cevabımı tekrarlayacağım: pek zannetmiyorum. Çünkü disiplinler arası alışverişin, kesin çizgilerle ayrıldığını da pekala söyleyemeyiz.
“Sonunda kendimi bulduğum
yerde mi yitirdiniz beni?”
Sanıyorum ki “sorular” hakkında düşünmek (konu konuyu açar şeklinde) bu yazının gereğinden fazla uzamasını sağlayabilir. O yüzden bir an önce kitaba dönmek istiyorum. Kitabın adı, görür görmez alıp okumamı sağlayan en büyük etkendi: “Pablo Neruda – Sorular Kitabı”. Şu konuda sizi uyarmalıyım: bu kitap size hiçbir cevabı doğrudan vermeyecek. Ama bir çok cevabı merak etmenizi, bazen bilimsel, bazen sanatsal, bazen de felsefi bir sürece girmenizi sağlayacak. Kısa kısa şiirlerden (sorulardan mı demeliyim?) oluşan bu kitap, kapağını açıp şöyle bir göz gezdirecek olanlar için son derece basit bir kitap olarak görülebilir. Fakat buna aldanmayıp, onu okuyacak olanları kocaman bir süreç bekliyor.
“Bir mezar yeri mi sözlük
yoksa kapalı bir bal kovanı mı?”
Yazar okuruna o kadar az cümleyle, bambaşka dünyaların kapısını açıyor ki, elinizde tuttuğunuz kitabın hacmi gitgide büyüyor. Edebi metinlerde en sevdiğim özelliklerden birisi bu sanırım “az çoktur”. Özdemir Asaf’ı bu kadar çok sevmemin sebebi de bu olabilir. Sizin de, okuduğunuz süreden çok daha fazla etkisi altında kaldığınız güzel yapıtlar varsa, önerilerinizi bekliyorum.
“Ne söylerler dizelerime dair
hiç dokunamayanlar kanıma?”
Merak edip de “Sorular Kitabı”nı okuyacak olanlarınız için şimdiden iyi yolculuklar.