Kor alevler yanıyordu. Üstüne odun atınca küçük bir kıvılcım çıkıyor, bir süre sonra yanmaya başlıyordu. Ne kadar özlemiştim yanan odunları seyretmeyi, doğayı, özgür olmayı.
Soba yakmak için, önce küllerini boşaltmak gerekiyordu. Sonra kağıt parçaları koyuyorduk. Üzerine ince kuru dalları koyup, en üste de büyük parçaları koyuyor ve ateşi yakıp hepsini tutuşturuyorduk. Tabi büyük parçaları üçgen, hava alacak şekilde çatmak gerekiyordu. Sonra da karşısına geçip, seyretmek kalıyordu geriye.
Gece yağmur yağdı burada. Doğada her şey ne kadar da gerçekti.
Dışarıda sanki görsel bir şölen vardı. Yağmur yağıyor, gök gürlüyor, şimşek çakıyor, ortalık bir anda aydınlanıyordu.
Yağmur bütün haşmetiyle yağıyordu. Evin içinde olmama rağmen, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Düşen her bir yağmur damlasının sesini duyuyordum. Şimşek çakınca sanki, ev korkudan sallanıyordu.
İşte ben buraya aittim. “Ben buraya aitim” dedim, kendi kendime. “Doğanın bir parçasıyım”.
Ne kadar kendimizi, beton duvarların arasına hapsetsek de, konforlu hayatımızda doğa yokmuşçasına yaşasak da, işte doğa capcanlı olanca muhteşemliği ile kendini gösteriyordu.
“Ben buradayım, beni yok edemezsiniz” diyordu. “İstersem size dünyayı cehenneme çeviririm” diyordu. “Benden güçlü olamazsınız” diyordu.