Kader.
Budizm, Hristiyanlık, İslam… Hangi dine mensup olursanız olun, isterseniz ateist olun, herkesin kafasını karıştıran, çözmekte zorlandığı alengirli konu…
“Bunu yapmanı Buda istedi”, “Tanrı seni böyle görmek istiyor”, “Doğa bize yardım ediyor”, “Çünkü biz korunanlarız” laflarından yeni dünyanın “istersen yaparsın, her şey senin elinde, eşeğini sağlam kazığa bağla, çalış ve kazan “gibi kişisel olarak gelişme mottolarının kucağında bulduk kendimizi.
Bu iki rüzgâr arasında gidip gelirken hayat ikisinin de ne kadar haklı olduğunu, her iki ana fikrin de yer çekimi kadar sert ve gerçek olduğunu kanıtlıyordu aynı zamanda.
Kâinatın üzerimizde bir el olduğu fikriyle güne başlayıp, önünüze çıkan iyiliklere yüksek doz minnetle şükredip, başımıza gelen kötü iş ve olaylarda kâinatın bizden gizlediği temel amacın yüceliğine inanıyoruz. Rastgele yaşıyor, evrenin kaotik düzeninde salınan bir yaprak oluyor, minimal mecburi sorumluluklarla hayatı idame ettirip gelene eyvallah, gidene güle güle’nin muhallebi yumuşaklığındaki rahatlığıyla hayata bırakıyoruz kendimizi… Sadece kontrol edemediklerimize odaklanıp, mevsiminden covidine her şeyiyle bizim elimizde bir şey olmadığını , planın projenin, yok yere titizlenmenin boşluğunu haykırıp, anksiyözlere acıyarak bakıyoruz. Ilık tatlı bir suyun içinde dalga nereye biz oraya sükûneti içinde.
İkisinin de nev-i şahsına münhasır bir cazibesi, zihne getirdiği bir konfor var, evet. Eylemlere odaklanıp, kontrolü ele aldığınızda gücün sizde olduğunu biliyor, günahıyla sevabıyla büyük resme hâkim olup yönetimi ele alıyorsunuz. Bir yanda zorlu bir sürecin sonunda başarmanın yüksek hazzını yaşarken, bir yandan yapılan minik bir hatada kendinize zihinsel harakiriler yapıyor, ama bunu yaparken de yüksek yüksek standartlarınızın mükemmelliğini etrafa sergiliyor olmanın keyfini yaşıyorsunuz. Çünkü herkes kendi hayatını kendisi inşa ediyor, hedeflerini ne kadar üstte tutarsa içindeki narsisti de o denli besleyebiliyor.
Bu iki rüzgar arasında gidip gelirken hayat ikisinin de ne kadar haklı olduğunu, her iki ana fikrin de yer çekimi kadar sert ve gerçek olduğunu kanıtlıyor.
Malumunuz yeni ünlü nörofizyolog Prof.Dr.Sinan Canan az ünlüyken, ben de mini mini bir üniversite öğrencisiyken , Hacettepe Üniversitesi’nde verdiği bir seminere katılmıştım. Seminerin ana konusu “Özgür irade var mıdır?”. Serkan Karaismailoğlu’nun da eşlik ettiği seminerde yapılan bir çalışmaya göre siz herhangi bir hareketi yapmadan önce beyniniz buna zaten 7 sn önce karar veriyordu. Yani yapıp ettiğimiz her hareketin kararını verdiğimizi zannederken, aslında arka planda her şey bir düzene oturtulup akıp gitmekteydi.
Peki bu düzende ben neredeydim? Tam olarak etki alanım neredeydi? Dokunduğumuzu, tattığımızı, yanağına değen rüzgarı, üşüdüğünü beynindeki mini minnak elektrik devreleri sayesinde algılıyoruz. Belli bir kısmı bozulduğunda dünya da o kadar siliniyor bizde. Alnınıza bir darbe alsanız ve görme merkeziniz bozulsa karanlıktasınız. Neglect sendromu diye bir şey var mesela. Beynin bir kısmı hasar gördüğünde, vücudun zıt tarafı artık algılanmıyor. Yok sayılıyor. Neglect in kelime anlamı da ihmal zaten.
Kavanozlarda yaşayan, bir simülasyonda yaşayan beyinler miydik? dışarıdan birileir suyumuza iyotumuzu sodyumu atıyor, besliyor da öyle mi yaşıyorduk? Komple kandırılmakta mıydık ?
(devamı sonraki yazımda…)