Nereden biliyorsun hayatının tersinden baktığında gülünecek hiçbir şey olmadığını? Çok mu üzdüler seni? Çok mu kırıldı kalbin? Tersliklerden gelecek güzelliklere inanmamanın sebebi aslında ne? Korku mu? Öfke mi? Neden bu kaçışın aslında? Ne yaptılar sana? Bu defa neden?
Benim sebeplerim hep değişirdi. Fakat bu hayatta en çok yalnızlık bırakmadı peşimi. Her defasında en çok onunla savaştım. Çünkü en çok ondan korktum. Seçilmiş ya da tercih edilmiş bir yalnızlık değildi bu. Sınavımdı. Etrafım onlarca farklı insanla doluydu. Ama kalabalıkları bilirsiniz. Sadece orada bulundukları için bir değerleri vardır. Kendi başlarına aslında değersizken bir topluluk yarattıkları için dinlenir sesleri. Ben kendi benliğimi ararken kalabalıklarda kayboldum, onlara benzedim.. Bunun beni sürüklediği boşluk nevrotikliğe giriş hikayemi böyle başlattı sanmıştım. Zaman ilerledi. Konular, sorunlar ve planlar istediğim gibi gitmedi. Duygularım ve düşüncelerim arasındaki ilişkileri anlamlandırmaya çalışırken ciddi uğraşlar verdim. Binlerce boşluk doldurmak istedim. Ancak tahmin edersiniz ki insan bazen teslim olmak istiyor savaşmaya gücü kalmadığından. Daha az eksik kalırsa başka bir yerde yeni bir dünya kurabilir sanıyor. Ben kendi imparatorluğumu bir insanla beraber kurdum. Onunla büyüdüm, onunla dost oldum. Onun sayesinde arkamda dağlar varmış gibi hissettim. Ve ne acıdır ki bir gece bir morg kapısında çıkacağına inanarak saatlerce bekledim.
Çıkmadı, en azından yürüyerek..
İnanır mısınız bilmem ama dünya gerçekten başınıza yıkılabilirmiş. Mecazi anlamda da değil. O kütlesel ağırlığı tam olarak omuzlarınızda hissetmek mümkünmüş. Hissettim.
Yılmadım yine de. Gülmeyi denedim defalarca. Her seferinde en yakınımı, diğer yanımı kaybetmemişim gibi. Korkusuzca denedim. Buna rağmen, onun böyle olmamı istemediğine adım kadar eminken bile, bir daha hiç gülemeyeceğimi düşündüğüm gecelerle savaşmaya başladım. Meğer asıl hikâye burada başlıyormuş. Kelimenin tam anlamıyla nevrotik bir gezegenin beni içine çektiğini hissediyordum. Bu yaşanılanı, kabullenmeyi seçenek olarak bile görmediğim olayı, her düşündüğümde. Ardından tanıştığım bu kitap bana ölüm gerçeğiyle ilgili bakış açıları kazandırdı. Yazar gibi ben de çoğu defa kaçmayı, kurtulmayı çözüm olarak gördüm. Nereden bakarsanız bakın gülümsemek isteyen bir ifade varken gülümsemenin yollarını bilmek ya da yeniden bulmaya çalışmak, eylemi kadar basit değil. Haig de bunu biliyordu, o dünyadan kaçmak için yüzlerce sayfa yazdı, binlerce hayata dokundu. Aslında benim gülümsemeye çalışırken verdiğim savaş onun yazarak verdiği savaştı.
Ayna görevi gördü benim için bu kitap. İçinde geçen birçok hikâyeyi okurken kendi hayatımdan kesitler izledim bir yandan. Hep tekrarladım kendi kendime. “Ne kadar çok şey başarmış olursak olalım, zihinlerimiz hâla kırılgan.” (HAIG 28). Benim arkadaşım da Haig de çok kırılmıştı bu nevrotikliğin içinde. Biri gitmeyi tercih etmişti diğeri ise defalarca denemişti. Hayata tersten bakmanın sadece gökyüzünden olabileceğine inanmıştı belki her ikisi de. Tersliklerden gelecek güzelliklere benim kadar inanmamışlardı.
Gülümsemeye çalışmanın bazen çok can yakıcı olabileceğinden ona kızmıyorum. Fakat üstüme yıktığı dünyaya çok kırgınım. Kabalıklar içinde kaybettiğim değerimi, kendi dünyamı yarattığım insan ile bulmuşken artık orada olmadığını bilmeden yeniden anlam aramak fırtınada yelken açmak kadar saçma geliyordu başlarda. Anlamsız kaldığımı hissettiğim geceler sabaha kavuşmadığında yüzleştim çoğu şeyle. Çok cesur olduğumu düşünerek çıktığım yollardan büyük yalnızlıklarla döndüm. İçime kapandım, dışıma döndüm, ağladım, bağırdım sayısız kez. Kendi bakış açımdan söylemek gerekirse, paramparça olmak sadece eşyalara ait bir özellik sanırdım. Değilmiş. Çok ağır deneyimledim. İnsan bedenen bir bütünken ruhu parçalara çok kolay ayrılabilirmiş, inanmazdım, ayrıldım. İnanın, yazıya dökülebildiğinden daha zor yaşanıyor. Keşke hayata yeniden tersten bakma şansımız olsaydı, seni tersten bile çok severdim.