Kendi halinde dolanıp duruyordu hayatın içinde. Her şeyin güzel olduğunu düşündüğü anlardan geçip gelmişti. Her şey güzelken, birden bir boşluk, bir sıkışmışlık duygusu sarıyordu etrafını. Sahi nasıl bir yaramazlık oluyor, ne yaşıyor, nasıldan nereye varabiliyordu? Geçip durduğu yollar hep aynı, gördüğü yüzler hep aynı. Nasıl yani, nereye varılır böyle? Yaşamın getirdiği tekrarlara bakıyordu, yorgundu.
Örneğin, her sene bu vakitlerde kızlarını ve eşini İstanbul’a bırakıyor ve bir süre yalnız yaşıyordu. Hayatın yalnızlık kısmı güzeldi. Bir ihtiyaç olarak görüyordu bu durumu da. Yalnızlığı da seviyordu doğrusu, insanlar birlikteliklerinde de yalnız kalabilmeliydiler. Ama bir süre sevebiliyordu yalnızlığı. Ancak, uzadıkça yalnızlık delirtiyordu onu. Kendisini oradan oraya vurmaya başlıyor, etrafımda insanlar arıyordu. Ne oluyor? Yalnızlığı bu kadar severken, neden bir anda bunalıyordu?
Zihnini birileri öyle meşgul ediyordu ki, bu meşguliyet yıllarca sürebiliyordu. Tam zihnini birinden kurtarırken bir başkasına kaptırdığı oluyordu. Hayatında onu en çok etkileyen durumlardan biri budur. Kırklı yaşlarında bunu ifade edebiliyordu ancak. Daha önce elbette farkına vardı bu durumun ama işte yeni ifade de ediyordu. O kadar çok kaptırdı ki zihnini insanlara, günlerce, aylarca hatta yıllarca, onlarla yatıp onlarla kalktı. Bu kız arkadaşı oldu, bu sıradan herhangi bir arkadaşı oldu, bu eşi oldu. Ama artık yeter. Sürekli ve tam meşguliyet olmasın. Zihnini gerçekten sadece bir işe vermek istiyordu. Elbette eşine ve çocuklarına zaman ayırmalıydı ama zihnini artık başka insanlardan kurtaracaktı. Zihnini ele geçiren birçok insan, başlangıçta bir yük değilken, sonraları bir yük oluverdiler. İletişimlerini yürütebilmek için olabildiğince çabalara girdi. Ortaokuldan itibaren bunun böyle olduğu söylenebilirdi. Ortaokul, lise, üniversite ve hayatın ortası. Son yıllarda rahat olsa da yine zihnini işgal eden arkadaşlarının olduğunu söylenebilirdi. İşte bu insanlar onun zamanını çalıyorlar, kendilerinden kaynaklanmıyor bu, kendilerinin haberleri, kendilerinin bir suçu olmayabilir, kendilerinin sorumlulukları olmayabilir. Ama sonuç değişmiyor, onun zihnim işgal altında. İşgalcileri kovuyor. Onları ciddiye alıp zihnini işgal ettirdiği için üzülüyordu. Yeniden aynı durumu yaşar mıydı, yaşamaz. Daha dengeli davranması gerekiyordu hayat içinde, varlar veya yoklar, olmaları için çok çabaya gerek yok, yıllarca sürmesi gerekmiyordu iletişimlerin, her iletişim onunla beraber, ömrünce süremez. Varsa var, yoksa yok. Abartmanın da anlamı yoktu zaten hayatı ve insanları. Ne gerek vardı fazla insana, kalabalığa ne gerek vardı. Ne zaman bu kadar kalabalıklaştırdı o hayatı, ne zaman bu kadar işgale uğradı. Hep birilerine, bir şeylere takılıp kalmıştı. Ne gerek vardı, ne anlamı vardı. Sonra cevapsız kalan sorular, cevapsız cümleler, cevapsız…cevapsız…cevapsız. Ve sonra bir sıkışıklık içinde, düşlerinde, hayatında. İnsanların sıkıştırmasıydı bu.
Bir de mekânların oluşturduğu sıkışmışlık duygusu vardı.
Kendisini bir anda dört duvar arasında sıkışmış bir durumda hissetti. Dört duvar var ve yaklaşık 100 metre karelik bir alan çevrili. Alanın içinde ağaçlar ve bir kapı var, o bir kapıdan girebiliyorsun içeri. Başka kapılar ve birçok pencere de var ama hepsi kapalı. Bir kapı var açık olan, o kapı da dışarı değil, başka dört duvarın içine açılıyor. Alanın içinde ceviz ağacı, vişne ağacı, küçük bir dut ağacı, çiçekler, kurumuş bir ağaç ve minik çam ağaçları var. Zemindeki toprak oldukça verimsiz. Burada sıkışmış hissediyordu kendisini. Nasıl bir sıkışmışlıktı? Yeni mekânlar, yeni insanlar, yeni yaşam arayışları diyebilir miydi? Hayır mı? Nasıl bir süreçti bu yaşadığı? Ne yapmalıydı hayatın içinde sorusu ile başlayan arayışın varacağı yer neresi olabilirdi? Sesinin türkülerinin ortasında kayboluyordu. Bir sessizlik sesini var ederken sıkıntıların içinde, sende mi, onda mı, düşlerin ortasındaki sıradanlıkta mı hayat? Gereksiz sözlerdi bunlar. Nereye varacak, nasıl varacaktı? Gereksiz evet, gereksiz düşünceler, gereksiz davranışlar, gereksiz bakış, gereksiz ayrılışların ortasında kalıyordu. Kendisini sorgulamaların ortasının da ortasındaydı. Bir sıkışmışlıktı bu, bir ülkenin sıkışmışlığı, bir dünyanın sıkışmışlığı, bir insanın sıkışmışlığı. Nasıl bir yol çizilecekti çıkış için, nereye varılacaktı? Dünya kendisini nerede bulacaktı bu sıkışmışlığı aşmak için, nasıl bir yoldan nereye varılacaktı? Hangi soruları sorarak kendisini var etmeye çalışacaktı?
Ya da sıkışan sadece O muydu? Ülkesi ve içindeki insanlar, bütün dünya bu sıkışmışlığı hissediyor muydu? Yaşadığı coğrafyada meydana gelen olaylar bir sıkışmışlığı ifade ediyordu evet, Irak, Suriye, Ürdün, İran, Katar, Libya, Mısır. Kaç yıl oldu bir sıkışmışlık içinde, bir çemberin ortasında yaşayıp duruyorlardı? Kaç yıldır nelerden bahsediyorlardı? Bu coğrafyanın sıkışmışlığıydı elbette bu yaşananlar.
Dışarıda yağmur; ağaçlar, yapraklarıyla sarmaş dolaş sallanıyorlardı…
Birden bir rüzgâr esti, Amerika’nın başkanı değişti ve ortaya bir başka süreç çıktı. Öncesinde her şey normal miydi ki bunu söylüyordu. Hayır. Öncesinde başlar her şey. Fakat bu başkan ile her şey daha da çıkmaza girdi. Bütün etik ilkeler rafa kaldırıldı ve artık korkutma ile tehditler ile işler yürümeye başladı. Bir bakıyorsun, Arabistan ile iş birliği yapmış ve onunla yüzlerce milyar dolarlık silaha anlaşmaları yapmış, bir bakıyorsun birçok devleti etrafına toplamış ve Katar’ı sıkıştırmış, birkaç gün sonra bakıyorsun sıkıştırdığı Katar ile 12 milyar dolarlık silah ve uçak anlaşmaları yapmış. Bir diğer taraftan, Suriye yüzünden Rusya ve İran ile kavga etmeye başlamış. Yetmez ama sıkışmışlık yetmez, Kuzey Kore’yi de katmak lazım sürece. Kore lideri ile kedi köpek kapışmaları ortaya çıkmıştı. Şimdi bu dengesizliğin ortasındaydı dünya. Bu sıkışmışlığın ortasındaydı.
Yağmur nasıl da şiddetlendi. Şu güzel kavak ağacının dalları çıldırdı.
Almanya’ya bakıyorsun, Almanya Avrupa’nın liderliğini İngiltere’nin elinde almak ve yine aynı coğrafyanın üzerinde emellerini gerçekleştirip, yeraltı yer üstü kaynaklardan yeterince faydalanabilmek için, Amerika’ya karşı dengeleyici bir güç oluşturmaya çalışıyordu. Oluşturabiliyor muydu peki? Türkiye ile çekişmelerinde neler yaşıyordu? İncirlik üssü konusunda bir çekişme vardı ortada, çekişme Türkiye ile mi ilgili yoksa Amerika ile mi ilgili anlayabilmiş değildi. Sonra Avrupa liderliği konusunda bir sıkışmışlık vardı, İngiltere ile çekişmeler vardı. Oysa bu Avrupa Birliği’nin temellerini ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marshal yardımları ile Amerika atmamış mıydı? Şimdi ne olmuştu da Avrupa Birliği ile Amerika arasında sıkıntılar çıkıyordu? Hangi sıkışmışlığın tezahürüydü bu?
İngiltere, Avrupa Birliği’nden ayrılmak için referanduma gitmiş ve ayrılma yolunda sonuç almıştı. Bir kaç yıl içinde süreci tamamlamış olacaktı. Neden? Almanya’nın ağırlığının Avrupa Birliği’nde ortaya çıkmasından mıydı sebep? Yoksa Amerika ile Avrupa Birliği arasında, yani Amerika ile Almanya arasında yaşanan dünya paylaşımı sorunlarından mı kaynaklıydı sebep?
Rüzgâr çok deliydi. Ah deli rüzgâr. Nereden geliyorsun, hangi zamandan, kime ne getirip, kimden kime ne götürüyorsun?
Rusya’nın Kırım’ı 2014’te ilhakı ne anlama geliyordu? Bu ilhak meselesi 1783 senesinde de 1768-1774 Osmanlı- Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Antlaşması sonrası yaşanmamış mıydı? Tekerrür etmez denen tarih tekerrür mü ediyordu? Ukrayna’dan ayrılan Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına neden yeterince ses çıkmıyordu dünyadan? Güçler büyük olunca, kurallar geçersiz mi oluyordu? Bu yayılmacılıktı değil mi. Rusya’nın yeniden yayılmacılığı. Dünyayı doğudan yeniden sıkıştırması. Gürcistan’da, Çeçenistan’da ortaya çıkan çatışmalar neyin sebebiydi. Elbette Rus yayılmacılığının belirtileri değil miydi? Kadife Devrimini kim yaptı, gül devrimini kim yaptı? Kafkaslar ’da kaşkoller ile devrim mi olurmuş, kadife devrim de ne demekmiş? O kaşkolları kim üretti, parasını kim ödedi, Şaakaşvili kimdi, kimin adamıydı? Ve elbette Suriye’deki üsleri Rusya’nın, İran ile iş birliği halinde Suriye’deki üsleri, faaliyetleri çıkar savaşlarının bir parçası olarak ortaya çıkmıyor muydu? Bu durum da herkese bir sıkışmışlık hissi olarak yansımıyor muydu?
Nasıl bu kadar sıkıştı peki, nasıl oldu bu kadar etraf sarıldı, kendisini bir kafesin içinde nasıl hissetti insanlık? Bir insanın yaşadığı, bütün bir insanlığın yaşadığına denk gelebilir mi? Nasıl bir kafesin içine giriverdi birden, nasıl kendisini oradan oraya vurmaya başladı? Dünyayı, ülkesini ve birey olarak kendisini düşündüğünde, herkes bunları yaşıyormuş gibi hissetmeye nasıl başladı? Bu sıkışmışlığın bir öyküsü var mıydı? Olmaz mıydı? Sıkışmışlığın bireysel ve toplumsal bir öyküsü vardı elbette.
Dünya büyük badirelerden geçip gelmişti bu günlere. Dünya savaştı. Ki bütün dünya öyle adlandırmıştı zaten. 1914-1918 I. Dünya savaşına girilirken dünyanın en baskın gücü İngiltere idi. Savaştan çıkıldığında dünya harap vaziyetteydi. Almanya’nın liderliğini yaptığı İttifak ülkeleri yenildi. Avusturya Macaristan İmparatorluğu dağıldı, onun yerine Avrupa’da yeni devletler kuruldu. Almanya Versay anlaşmasını imzaladı, ekonomik ve askeri bir kelepçe ile kelepçelendi, aynı gruptaki Osmanlı Devleti’de Mondros ve ardından Sevr ile tam bir esaret hayatı yaşamaya başladı ve sonunda yıkıldı. İtilaf grubunda savaşan Rusya ise Bolşevik Devrimi ile yıkıldı ve yerine yeni bir rejim kurulmuş oldu.
Almanya çırpındı kendisini toparlamak için, toplumsal buhranların içine girdi. Kendisini olabildiğince kötü hissetti, o buhranların içinden çıkmak ve Versay zincirini kırmak için Adolf Hitler’in ipine sarıldı. Osmanlı yıkılınca yerine Mustafa Kemal önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı sonucunda Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bir büyük devlet son bulurken, küllerinden yeni bir devlet kurulmuş oldu. Birinci dünya Savaşı’ndan sonra sıkışmış iki toplumun kendisini bu sıkışmışlıktan kurtarmasının yolu, yeniden var olma çabasının ortaya çıkardığı süreçti. Yeni devlet ile var olacaktı bir taraf. Yeni lideri ile var olacaktı diğer taraf. İşgale uğramış büyük toprakların kurtarılması savaşını veren büyük bir komutanın kurduğu yeni devletin, savaşların sıkıştırdığı alandan kurtulmasını sağlamaktı yeni süreç Türkiye için. Almanya ise işgal altında değildi topraklar açısından ama Versay anlaşması da bir işgaldi. Ekonomik işgal. Hitler Almanya’yı kurtarmanın yolu olarak daha büyük bir savaş çıkarma yolunu tercih etti. Yeni bir savaş ile dünyaya gününü gösterecek ve Almanları’ın sıkışmışlıklarını giderecekti. Mustafa Kemal ise toplumunu sıkışmışlıktan kurtarmanın yolunu savaşla açmıştı. Topraklarının bir kısmını kurtarmıştı. Şimdi zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir diyordu. 1905 yılından itibaren savaşların içinde olan ve savaşları her yönü ile yaşayan bir komutan, bir devlet adamı olarak bir savaşın toplumlara neler getireceğini bildiğinden, toplumunu Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesi çerçevesinde sıkışıklıktan kurtarmaya çalışacaktı. Hitler ülkesindeki her türlü gücü eline geçirdikten sonra, Führer olduktan sonra bir anda Polonya’yı işgal etti. Aradığı savaşı buldu. Başlayan İkinci Dünya Savaşı idi ve 1939-1945 yılları arasında bütün dünyayı sıkıştıracaktı.
Peki, bu arada İngiltere’ye ne olmuştu, Amerika’ya ne olmuştu? İngiltere I.Dünya Savaşı’ndan sonra dünya üzerindeki baskın gücünü Amerika’ya kaptırmıştı. Amerika güçlenmişti evet, Dünya barışını sağlamak için Milletler Cemiyetini kurmuş ve kıtasına geri çekilmişti, içe kapanma politikası izlemeye başlamıştı. Gücünü kaybeden İngiltere Amerika’nın doğal müttefiki haline gelmişti. Artık Amerika ne yaparsa o da kuyruğuna takılacaktı.
Rüzgar esiyordu, Chopin Spring Waltz ile sıkıştığı odasını şenlendiriyordu.
1929’da dünyayı başka bir olay sıkıştırmıştı. Dünya ekonomik krizi. Amerika sıkıştıkça sıkıştı. Amerika ekonomik kriz yaşayınca bütün dünya bundan etkilendi. Almanya’da Hitler bu sebeple güçlendi ve iktidarı ele geçirdi. İngiltere Fransa hepsi köşeye sıkıştılar. İtalya’da Musollini Hitler ile kanka oldular ve dünyayı ateşe atacak anlaşmalar yaptılar. Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm iktidardaydı ve dünyayı kasıp kavuruyorlardı. Dünya toplumları savaşın ve ekonomik krizin ortasında çırpınırlarken, Türkiye kurucu kurtarıcı büyük liderini 1938’de sonsuzluğa yolcu etmiş oluyordu. Ancak yeni büyük savaşta saflar fena halde belli olacak ve Müttefikler ile Mihverler birbirlerine gireceklerdi. Müttefiklerin başını Amerika ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Mihver’in başını ise Almanya ile İtalya çekeceklerdi. Türkiye neresinde kalacaktı peki, büyük bir kurtuluş savaşından çıkmış olan Türkiye bu sıkışmışlığı nasıl aşacaktı? Hangi tarafta olmalıydı veya ne yapmalıydı? Tarafsız kalabilmek bir seçenek olabilecek miydi? Türkiye’nin yeni lideri İsmet İnönü tarafsız kalmak için elinden geleni yapacaktı. Ülkesi büyük bir Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmıştı ve yeni bir savaşa dâhil olmak intihar anlamına gelecekti. Elbette durumu olabildiğince ince siyaset ile idare etmek gerekecekti. En nihayetinde, savaşın sonuna doğru Amerika “bizim yanımızda olmayan karşımızdadır, yardım almak isteyenler bize katılsın ve Mihver’e savaş açsın” deyince, Türkiye’de Almanya’ya savaş açacaktı. Ama bu savaş olayı kağıt üzerinde kalacak ve Türkiye bu büyük savaşı, fiilen savaşın dışında kalarak atlatacaktı.
Ancak, Fransa’yı dahi işgal eden Hitler, rotayı eskiden, bir ara ittifak anlaşmaları imzaladığı Sovyetler’e çevirince bir süre başarılı olacak, ardından general kış ve general çamur ortaya çıktıklarında Sovyetler’in dişleri gözükmeye başlayacak. Hitler büyük bir darbe alacak, ülkesi bölünecek ve sıkışmış olduğu sığınağında sıkışmışlığını aşmak için kendisi de sevgilisi ile beraber siyanür kapsülleri yutup, ardından silahı ile intihar edecekti. Bir büyük ülke ikiye bölünecek ve bir büyük, küçük adam çekip gidecekti. Dünya onun bedeninden kurtulacak, düşüncelerini elbette birileri savunmaya devam edecek, ancak ülkesi kendisinden utanarak yaşayacaktı.
O arada odasında Wagner’in Lohengrin isimli eseri yankılanıyordu odasında. Hitler’in en sevdiği müzisyendi. Hitler, bu adam bu eseri nasıl sevmişti…
Peki, Musollini, Hitler’in kankasına ne olmuştu? Dünya savaşını beraber çıkarmışlar ve birlikte savaşmışlardı. Yenilgiyi de birlikte paylaşmışlardı. Hitler’den 2 yıl önceydi. Hitler’in her konuda öncülü ama başarı konusunda takipçisiydi Musollini. Partizanlar onu ülkesinden bir arabanın koltuğunun altına sıkışmış kaçmaya çalışırken yakaladılar. Sevgilisi de yanındaydı. Alıp bir eve götürdüler. Orada kurşunlayıp öldürdüler. Sonra cesedini alıp Roma’da bir benzinliğe ayaklarından astılar. Onu orada görenler cesedini indirdiler ve tekmelemeye başladılar. O büyük Duçe, Faşizmin babasının cesedi tanınmaz hale geldi. Bir insan cesedi miydi? İnsanlar kendilerini ne kadar da kaybediyorlardı. Bir cesede nasıl vururlardı, bu nasıl bir sıkışmışlıktan kurtulmak hissidir, nasıl bir insanlık dışı davranıştır. Sahi o hangi müziği seviyordu, bilemedi şimdi.
Ah Chopin. Sen dur artık, Beethoven çalacaktı. Silencio…
Bütün bu süreçleri O yaşamamıştı kuşkusuz. Ancak, dedeleri, büyük anneleri, annesi, babası ve işte dünyada o zaman kimler yaşıyor idiyse herkes yaşamıştı. Dünya nasıl bir cenderenin altına sıkışmıştı, milyonlarca insan hayatını yitirmişti, milyonlarcası aç susuz, kolsuz, gözsüz, bacaksız kalmıştı. Annesinin anlattıklarından bu savaşa denk geldiğini düşünüyordu. Sivas’ta bir ilçeye bağlı köyde yaşarlarken, kış aylarında, lastik ayakkabısı dahi yok, kar üzerinde yaklaşık beş yüz metre ilerde olan amcasının evine bir tabakta bir yiyecek maddesi götürdüğünü ve bir tabak içinde un, eve getirdiğini anlatmıştı Ona. Annesinin ayaklarının çıplak olmasından etkilenen kendisinden büyük kuzeni, ona evde bulunan hayvan derisinden çarık yapıp annesinin ayaklarına giymesini sağlamış ve annesini öylece bir tabak un ve çarıklar ile eve göndermiş. O zaman küçük bir kız çocuğu olan ve şimdi hayatta olmayan annesinin doğumu 1936 yılıydı. İkinci dünya savaşının yıllar 1939-1945. Birbirine uyar mı, uymaya da bilir ama işte o yılların yoksulluğu büyük olmuş. Ki, İnönü döneminde kıtlıktan bahsedilir zaten, karne ile ekmek dağıtıldığının ispatı olan karneler dolaşır durur ortalıkta. Açlığa ve yokluğa sıkışmış bir toplum varmış Anadolu’da.
Richard Wagner, Lohengrin…Hitler’in en çok sevdiği eser çalıyordu yeniden…sakinliğin doruklarında…
Ne olmuştu peki? Amerika savaşmakta direnen Japonya’yı Atom bombası ile vurdu. Hiroşima ve Nagazaki kentleri birden sarsıldı, Japonya teslim bayrağını çekti. Yüzbinlerce insan hayatını kaybetti, kentler terk edildi, kadınlar sakat çocuklar doğurmaya başladılar, dünya üzerinde kanser hastalıkları artmaya başladı, dünya olabildiğince güvensiz hale geldi ve Atomu bilim için parçalayan o büyük bilim adamı Albert Einstein biliminden ve zekâsından utandı. Almanya yıkıldı, Japonya yıkıldı, İtalya yıkıldı. Amerika dünyanın lideri oldu. Sovyetler Birliği öyle bir güçlendi ki, dünyada Amerika’dan başka kendisinin karşısında duracak bir güç kalmadı. Amerika baktı ki savaştaki müttefiki kendisini bile diskalifiye edecek güce ulaşıyor, Almanya’nın bölünmesi ile Avrupa dâhil karşısında hiçbir gücün kalmadığı Sovyetler büyük alanları egemenliğine alıyor, o halde hemen karşısına yeni güçler çıkarmak gerekiyor. Ne İngiltere’nin İngiltereliği kalmıştı, ne Fransa’nın Fransalığı. Marshal yardımı devreye girdi ve Sovyetler’in karşısında duracak ülkeler birliğinin oluşmasını sağlamaya çalıştı. İşte bu duruma Sovyetler çok kızdı. Savaşın iki kazançlı galibi birden bire en büyük rakip oldular. Dünya iki kutba ayrıldı, Amerikancılar ve Sovyetçiler. Bir yanda Kapitalizm, bir yanda Komünizm. Doğu Bloku ve Batı Bloku. Türkiye hangi blokta yer alacaktı peki, elbette Marshal yardımından yararlanıp, Batı Bloku’nda yerini aldı. Bölünen Almanya’nın yarısı Batı Bloku içinde, yarısı Doğu Bloku içinde kaldı. Bunlar olurken hala O yoktu. Kardeşleri yoktu. Annesi ile babam evlenmiş olabilirler. Abileri ve ablaları yoktu. Ama yaşamın içinde varlığımın sebepleri olan büyükleri vardı ve yaşamdan etkileniyorlardı. Örneğin babası ne zaman askere gitmişti ve neden 7 yıl askerlik yapmıştı. İsmail amcası neden askerlikten kaçmıştı da askerler tarafından vurulup sakatlanmıştı? O arada komşu köydeki adamlar halasını nasıl kaçırmışlardı da dedesi duruma nasıl razı olmuştu?
Bu rüzgâr o gün de esiyormuş, Wagner’in notaları o gün de enstrümanlarda dile geliyormuş. Kuşlar silah seslerinden o gün de ürküyorlarmış. İnsanlar bütün bu sıkışmışlıklarının ortasında yaşamı o gün de seviyorlarmış.
Bu süreç Amerika ile Sovyetler Birliği arasında dünyayı iki bloka bölünce, milyonlarca insan komünizm uğruna, milyonlarca insan kapitalizm uğruna birbirlerinden nefret etmeye başladı, dünya bütün bölünmüşlüklerinin üzerine yeni bölünmüşlükler eklemiş oldu. Ancak ideolojiler çağı dediğimiz çağ, acaba ırklara, dinlere ve mezheplere bölünen dünyadan daha mı sağlıklı bir bölünme biçimiydi. İnsanlar ırklarını, dinlerini ve mezheplerini aşıp, yeni ideolojileri ile bölünüyorlarsa da, büyük bölünme biçimleri ortadan kalktı, farklı dinlerden, ırklardan ve mezheplerden insanlar bir ideoloji peşinden koşmaya başladılar. Bu iyi bir şey miydi? Sanki dünyada her bölünmüşlük yeni bir sorunmuş gibi geliyordu, kırılan bir camın yeniden yapıştırılması gibi, kırılan alanlar tam olarak bir araya gelmiyor, yeni kırılma durumları da yeni sorunları beraberinde getiriyordu. Irklara dayalı bölünmeleri tam olarak iyileştirmemişti bu yeni bölünmüşlük biçimi, dinlere dayalı bölünmüşlükleri tam olarak sonlandırmamıştı. Geçici birliktelikler oluşturmuştu ve yeni bir bölünme biçimi ortaya çıkmıştı. Ama daha evrensel bir biçimde ortaya çıkıyordu. Yeni bir şeydi dünya için, ırkları ve dinleri aşan hedefleri vardı bu biçimin. İşçi haklarından söz ediliyordu, eşitlikten söz ediliyordu. Ya da kapitalden söz ediliyordu, dünyanın serbest ticaret ile “bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” sistemi ile gelişeceği, yoksulluğun ve insanlık çıkmazlarının böyle sona ereceğinden söz edilmeye başlanmıştı. Bir soğuk savaş sardı ortalığı. Doğu bloku ben daha güçlüyüm diyordu, batı bloku ise ben güçlüyüm diyordu. Bir taraf açıklık politikası izlerken, bir taraf demir perde ile gizliyordu kendisini. Peki doğru hangisiydi, ne yapmak gerekiyordu? Bütün dünya bunlara takılmış değildi tabi ki, doğu ya da batı blokuna bağlanmayan devletler de vardı. Bağlantısızlar deniyordu bunlara. Petrolleri sebebiyle ayrı birlikler kurmaya yeltenenler de vardı. Ama yine de bu iki blokun etkisinin altındaydı devletler. Her bağımsız gerçekten bağımsız değildi, dünya öyle bir noktaya geliyordu ki, bağımsız devlet diye bir şey kalmıyordu sanki. Amerika’nın ve Sovyetler Birliği’nin dünya devletleri üzerindeki baskıları öyle bir noktaya ulaştı ki, hiçbir devlet bağımsız olarak nefes alamamaya başladı. Kendi sıkışmışlık durumlarını bütün dünyaya yaydılar, dünya sıkışmaya başladı, onların sıkışmışlıkları ile. Kendi aralarındaki mücadeleyi alıp bütün dünya toplumları üzerine yığdılar. Kore’de savaşa durdular, Vietnam’da savaşa durdular, görünürde onlar savaşmıyorlardı ama gerçekte onların silahları idi savaşanlar. Afganistan’ı işgale durdular, kendi varlığı ile işgal durdurulamayınca yerel güçler teşkilatlandırılmaya ve radikal unsurlar beslemeye başladılar. Hep aynı odaklara hizmet edildi sonuçta. Kimin neyi varsa sömürüldü, ele geçirilmeye çalışıldı, bunun adı çıkar savaşlarıydı. Kendi çıkarları için dünyayı sıktılar, sömürdüler. Ülkelerin doğal gidişatlarına izin vermediler. İlk büyük savaş denilen savaştan sonra cetvelle sınırlarını çizdiler ülkelerin ve kendilerine sömürü alanları oluşturdular. İkinci büyük savaşta bu alanları kimin sömüreceği meselesi değişti. İngiltere’nin yerini Amerika aldı, Sovyetler Birliği varlığını korudu. Bu devletler eğer müdahil olmasaydılar dünya devletlerine, Osmanlı yıkılmayabilirdi, bölünmeyebilirdi Ortadoğu coğrafyası bu kadar. Kendi haline bıraksalardı dünyayı, dünya daha yaşanabilir bir yer halinde olabilirdi, kendi dinamikleri ile bir düzen kurulurdu. Bitkilerin, otların, hayvanların genetik dengelerini bozdukları gibi, devletlerin sınırlarının dengelerini de bozdular. Dünyanın kendi halinde kalmasından korktular. Kendi sıkışmışlık duygularından kurtulmak için dünyayı sıkıştırdılar. Ama bu cümlelerin anlamı yok. Öyle olmasaydı böyle olurdu, şöyle olurdu yok tarihte. Olan olmuştur. Olacaklar da oluyorlar işte.