İçinde ne çok hücre olduğu ile ilgilenmezken çoğu zaman insan, küçücük beyninde neler döndüğüne ne çok takılıp durur. Oradaki sesler, anılar ve gereksizce ekran görüntüsü alınmış zamanlar. Insan ne çok sever Tanrıcılık oynamayı ve gereksizce her seyi görmeyi bilmeyi. Oysa at gözlüğü ile bakmak lazım bazen hayata. Önünde o an olup bitenler dışında başka bir şey ile ilgilenmeden. Ama budur ya zaten insanı insan yapan. Düşünmek, düşünmek, düşünmek. Düşündükçe daha çok büyüyormuş gibi beyni. Gelecek ile ilgili en büyük hayalim daha az düşünen bir insan olmak bu nedenle. Bu sayede daha az incinen, daha az kaybeden ve daha çok seven her şeyi. Çünkü durmadan tekrar eden, hatırlatan, aynı anı milyon kez yaşatan o küçük et parçası bana sevmemeyi öğretti. Oysa ben sırf kaşının üstünde gözü var diye severdim herkesi.
Bizi insan yapan, hayvandan ve diğer tüm varolanlardan ayıran düşünme gücümüz öyle sandığımız kadar masum ve iyi değil artık biliyorum. Her şeyin azı özü iyidir. Az düşünen mı az düşen mi diye sorsalar ben çok düşen derim. Düşünce acıyan yaralar öpünce değil ama zamanla geçer bilirim. Oysa düşünmekten doğan yamalar kapanmaz hiç bir zamanda. Zamansızdır o acılar. Hep zihninin en pis olduğu zamanlarda çalar kapıyı, sen delikten bakar ve o hiç istemediğin misafiri görürsün, içeri buyur etmeden hemen ne var ne yok halının altına süpürürsün. Saçlarını tarar, yüzüne bir tebessüm koyar açarsın üstü başı dağınık hayatının kapısını. O senin gibi değildir. Bilir halınınn altında biriktirdiklerini. Ve hep ayakkabı ile girer içeri, senin temiz kalma çabana rağmen. Şimdi açmışsındır ya kapıyı, ne yapsan arındıramadığın kirin pisliğin yetmezmiş gibi dışarıdan yenisi o ayaklar ile gelir.
İstenmeyen misafirler ile doludur hayat. Bu nedenle en çok pisliğini sevmeli insan. Sevmiyorsa da o kapı çalmadan yok etmeli. Halının altında biriken ne var ne yoksa o istenmeyen gecerken üzerinden pis ayaklarıyla daha çok acıtır. Kimse için değil kendin için süpürmek lazım yaralarını.