“Hikayelerimin başka hikayelere benzemesi ağrıma gidiyordu” diye ifade eder İlhami Algör. Bu benzeyiş aynılıktan başka öteye gidememiş kitaplar için söylenmişti. İnsanlar içinde bunu söylesek çok yanlış bir ifade olmaz sanırım. Aynı kitapları okuyan insanlar, aynı müziği dinlemeye ve en sonunda aynı şeyleri hissetmeye başlamaz mı? Aynı acıları çeken ve nerdeyse aynı şeyleri birebir yaşayan o kadar çok insan var ki… Sokakta domates satan satıcı ile markete satanlar aynı olamaz mı? İnsan farklı, duygularıyla ve düşünce tarzıyla, yaptıkları ya da yapmadıklarıyla ama domates aynı domates. Ona verilen değer sadece bulunduğu yerle ilgili bir durum. Tıpkı insanları da domates gibi farklılaştırıyoruz. Değerinin ölçütünü biz seçiyoruz ya da biz veriyoruz…
İnsanları önce olduğu gibi kabul ediyoruz, bize güvenene kadar ya da köprüyü geçene kadar. Bütün zaaflarını öğreniyoruz sonra, korkularını, sevinçlerini ve vazgeçme eşiğini… “Olduğu gibi” olanı, daha sonra “olmasını istediğimiz gibiye” dönüştürüyoruz. Kendimizce çok seviyoruz, çok da iyi yapıyoruz değiştirerek. Kimisi değişiyor ve karşındaki insana dönüşüyor kimisi de çekip kapıyı gidiyor. Gidenin başka hikayelere benzemesi mi daha acı? Yoksa kalanın aynılaşması ve tek kişiye bürünmesi mi tatlı?
Karşınızdaki insanı olduğu gibi kabul etmeli. Değişecekse o istediği için olmalı. Sonra aşık olduğunuz insanlara, duyduğunuz aşkı resimlerden öteye götüremezsiniz… Ötelenmeden, öteye gidemiyor insan. Siz sadece ötekileştirilmiş olmakla kalıyorsunuz.