Askıda duran siyah deri ceketini hızlıca çekip, üzerine geçirdi. Kapıyı hızlıca vurup dışarı çıktı. Dudaklarını sıkmış, içinden bile konuşmak istemiyordu. Dışarıda hava buz. Gözyaşını bile yere düşmeden donduracak kadar soğuk bir hava.
“Daha ne yapabilirim? Kendimden daha ne kadat verebilirim? Ver, ver, ver… Var mı bunun bir sonu? Yok” dedi.
Ceketinin yakasını yukarı doğru çekip, ceketin içine sığmaya çalıştı. Ellerini sıkı sıkıya ceplerine soktu. Hızlı adımlarla, nereye gittiğini bilmeden yürüyordu.
Evden epeyce uzaklaşmıştı. Tek tük gelip geçen arabalar dışımda kimse yoktu. Ayazın iliklere işleyen soğuğu herkesi evlerine mahkum etmişti. Dışarıda yalnız başına hızlı adımlarla yürüyen bu adamın dışı buz kesmişti ama içinin yangını bir türlü sönmüyordu.
Aklına düşen şeyle birlikte bir anda durdu. İçindeki yangının alevi sönmüştü. Bir şeyler koptu içinden. Geriye dönmeyi kendine yediremiyordu ama daha büyük bir istek yönünü eve doğru çevirdi. Yüzü mosmor olmuş halde kapıya geldi. Tık, tık. Kapı açıldı ama açan ortada yoktu. Alışıktı bu duruma. Ceketini çıkarıp askıya astı. Doğruca karşıdaki cennet bahçesine girdi. Bahçedeki güllerin kokusunu içine çekti. İyice rahatlamıştı. Usulca üzerlerine eğilip öpecekken küçük kız uykulu gözlerle “Babacığım” diyerek boynuna sarıldı. Babasının buz gibi havasını alınca “Babacığım üşümüşsün” dedi. Daha sıkı sarıldı kızına “Yavrucuğum” dedi. Bir kere daha öptü. Çocuk “Benimle yat” dedi. Yüzünde masum bir gülümsemeyle usulca yanına sokuldu. Çocuk “Sıcak değil mi?” dedi. Babası cevap veremeden, çocuk tekrar uykuya daldı.