Bir insan nasıl zalim olur? En önemlisi bunu nasıl fark eder?
İlk denemem bir kızı gece yarısı sokağın ortasında tek başına bırakmamdı. İçimdeki sesi susturmam bir günümü almış, en yakın arkadaşımı susturmam ise bir yazımı. Yazı kız arkadaşımla ilgili değil, o yüzden detay vermeyeceğim.
İlk iş tecrübemde kendim olmakla ilgili sorunlar yaşamış ve kendimden vazgeçmeye karar vermiştim. Sartre’nin varoluşsal krizlerinden ziyade çalıştığım iş yerinin var olan krizlerini çözümlemeye çalışmalıydım. Günümüz yazarlarından Özgür Bacaksız’ın Mutsuz Çocuklar Ülkesi kitabında belirttiği gibi ’’peki ya sen? Herkes misin? Seni herkesler sevsin.’’ Sözleri ile kendimi avuturken, patronumun bir çocuk gibi karşımda sinirden zıplamasını görüyordum. Kimse düzgün biri olmamı beklemediği gibi ben sinirlendikçe ve küfür ettikçe hoşlarına gidiyordu. Her şeyi yüzlerine açıkça söylemem onları tatmin etmişti ve işin garip tarafı bunları yaptıkça giderek kendimden uzaklaşıyordum.
Küfürü samimiyet göstergesi olarak saymaları her ne kadar tuhafıma gitse de zamanla doğal tepkilerimin yerini almıştı. Daha fazla yalan söylemeye başlamıştım. Yatmadığım kadınları anlatıp, içmediğim içkilerden bahsederken hepsinin yüzünde bir rahatlama hissi oluşuyordu. Sözlerim en az bir bira kadar etkiliydi. Kanımdaki yalan derecesi arttıkça kendi özümden sıyrılıyordum. Yalanlar ve küfürler ederken yanımda kim olduğuyla ilgili değildim. Kadın-erkek ayrımı kalkmış, ahlaki değerlerimden ödün vermem en fazla beş dakikamı alıyordu. Artık her gece kendimle savaş halindeydim. İçimdeki sesi her gece öldürüyor, üzerini battaniye ile örtüyordum. Günler geçtikçe kokuşan vücudum değil, düşüncelerim olmuştu. Hakan Günday’ın dediği gibi yaşayarak intihar etmiştim.
Yüksek lisans yaparken aldığım beden dili ve grafoloji eğitimlerinin askerdeyken işime yaramasını tahmin edemezdim. İnsanların aslında kim olduklarını yüzlerine söylemeye ihtiyaçları var gibi duruyordu. Bir insan kendinden neden kaçardı? Onların iç sesi olmak hoşuma gitmişti. Onlarca iş başvurusu ve mülakatlarda işe yaramasını beklediğim şey askerdeyken karşıma çıkmıştı. O an anlamıştım. Bildiğim herşeyi kusarak hayatta kalacaktım. Her ne kadar yazı falı diye nitelendirseler de ben tuttuğum nöbet sayısı ile ilgiliydim. Kendimi yetiştirmem yedi zorlu senemi almış ama yazıcı olmam bir günümü almıştı. Bazen yönetmen arkadaşım ve edebiyat mezunu arkadaşımla güncel konular ve ekonomi üzerine sohbetler ediyor, birinin küfürle sohbeti bölmesi ile bitiyordu. Keynes ve A.Smith’in kemiklerini sızlatıyorduk. Tek ilgilerini çeken Keynes’in cinsel yaşamıydı. Bunu da hayat hikayesini merak ettiğim için onu anlatan bir kitaptan öğrenmiştim. Sabahattin Ali’den alıntı yapmak bile zorlaşmıştı artık. Onun yakın arkadaşının eşiyle yaşadıkları daha çok ilgilerini çeker olmuştu. Birilerine bir şey anlatmanın tek çaresi magazinsel yaklaşmaktı.
Her hikaye acıklıdır. Artık birilerini dinlemekten sıkılmıştım. Sohbetin seviyesini düşürmeden konuşamıyordum. Aklımda tek soru vardı? ‘’Konuşma sırası ben de mi yoksa onda mıydı?’’ Bir kaç övgü biraz da manipülasyonla tüm hayat hikayelerini önüme seriyorlardı. Karşılıklı çıkar kokan yemeklerinden yiyorlar, sonra da kendilerini ispat tüten çaylarından yudumluyorlardı.
Bir zalime ne zaman dönüştüğümü hatırlamıyorum ama nasıl başladığını hatırlıyorum. Afyon otogarından bütün arkadaşlarımı uğurlarken kendim de çoktan gitmiştim benden…