İnsan aklı muazzam bir varlık. Öyle ki insana gerçekleştiremeyeceği hayali dahi kurdurtmuyor. Eğitim hayatı boyunca hepimiz fazlasıyla kitaplarla haşır neşir olsak da, edinilen teorik bilgilerin salt bir sınava dönük amacı olduğundan, merak ufkumuzu açtığı pek söylenemezdi. Kaldı ki yeğenim, araştırmayı çok sevse de kitap okuma önerilerine burun kıvırır, masa üstündeki üst üste dizilmiş kitaplardan sorumlu olduğu gerçeğini inatla hatırlatır bana. Hak vermiyor değildim, kitabın o hamur kağıdındaki kokusu sanki aynı afyon etkiyi yapacak gibi bir his yaşatıyor bazen. Lise çağlarımda en sevdiğim dersler Edebiyat ve İngilizce idi. Sonrasında sevme duygusuna binaen kiremit taşlarını binaya döşeme yolunda adım attığımı anlayacaktım. Edebiyat hocamız, sınıfta herkese bir kulp ve lakap takardı. Bazı günler, bu yaftadan nasiplenirim korkusuyla derse girmediğim bir bahane uydurup kaçtığım sıklıkla olurdu. Derse giremediğim vakitler, okulun kütüphanesinde pineklemeye başlamıştım. Yaşıma ağır gelebilecek kitaplar vardı. Dünya klasiklerini önceden keşfedeceğimi umarken, Ateşten Gömlek-Halide Edip, Cengiz Dağcı, Dede korkut hikayelerini okuyor, hem başıma ağrılar girmesini yadırgıyor hem de farklı bir dünyaya açılan o kapıyı zorlamaktan hoşlanıyordum. Fakat her nasılsa, Necmettin Hoca sınavlardan aldığım yüksek puanlar sebebiyle ve de derslere katılmayışım yüzünden sınıfa beni sormaya başlayınca yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumu fark etmiştim. Kaçmak zorundaydım çünkü sınıfın azılı haylazları sıraların en ön saflarını tutmuş, hocamızın diline düşenleri not etmek üzere adeta pusu kurmuşlardı. Bazı zamanlar çalan okul zilleri, hem mutlu ediyor, hem de inanılmaz bir şekilde geriyordu. Bir eğlence mekanı değildi elbette, sonuçta upuzun bir yolun önemli bir kulvarıydı okul dediğimiz yapı. Tüm içine kapanıklığım ile devamsızlık endişesi baş göstermeye başlayınca, varlığımı gölgeleyecek bir sıra bulmuştum kendime. Edebiyat hocamız, Karadeniz şivesiyle selamlıyordu herkesi sınıfa girerken. Ayakta gezenlerin kulağını ya hafifçe buruyor ya da sabunluk, çuval, izbandut gibi isimlerle başlıyordu saydırmaya. Her ne olduysa not defterini açtı birdenbire yoklamayı oradan alıyordu. Neden buna gerek duymuştu ki? Hem ne gerek vardı ? O anda aklıma birinin korkumu fırsat bilip beni ispiklediği gelmişti. Yan sıradan pis pis sırıtan bir arkadaşım vardı hocamızın tosun dediği. Ne yana baksam bir lakapzede:) Geriye dönüş yoktu artık. Beni tahtaya çağırdı ismimi söyleyip. Kahkahalar başlamıştı o an, daha ağzımı bile açmamıştım üstelik. O kadar emindim ki hocamın derslere girmeyip, yüksek puan alışımdan ötürü beni kopya çekmeyle suçlayacağından. Akla gelebilecek tüm ezber isimleri geçiriyordum bana lakap takabileceği ve en zor sorularla beni sınayacağından da hiç kuşku yoktu. Halimde bir gariplik de yoktu ama nafile o an kurban bendim. Gülüşmeler buna işaretti çünkü. Derken okuduğum bir kitap soruldu bana ve hissettirdikleri. Aklıma J.Steinbeck ‘in “Fareler ve İnsanlar” kitabı geldi. Sınıftaki o bir anlık sessizliği de kendi eksikliklerine yormuştum arkadaşlarımın. Muhtemelen bu güzide yapıtı dahi okumamışlardı. Kitabın hissettirdiği konu içinse, “Karakterler ne kadar farklı olsa da bazen bir elmanın bütünü gibidir. Peşine düştüğün hayal ise belki o elmanın ta kendisidir” dediğimi hatırlıyorum. Sonunun güzel bitmediğini hatırladım mutsuz olduğumu da ayrıca. Hocam ise yüzümdeki endişeli ifadeye baktı. “Ne için çekindiğini bilmiyorum, ama okuduğun hikaye güzel. Hayallerini delip geçecek şeyler bazen fareler gibi çoğalır. Ama seni bilen birisi kadar kimse seni destekleyemez. Yüzüne karşı gülenler olacaktır, sen onlara içinden gül ve arkana bile bakmadan devam et. Yanındayım…”
Bazen ağlayamadığın fakat gözlerinde doluluk hissi yaşatan anlar, bir ukte gibi senelerce belleğinde saklanır. Bana inanmayı seçmişti Hocam. Bense önyargı ile kalktığım o karatahta önünden hem huzurlu hem de pişman vaziyette yerime oturmuştum. Okuma sevgim zamanla daha çok perçinlendi. Çünkü biliyordum okuduğum her kitap, bu yolculuktan geçmiş her yolcu ile aynı dili yakalamamıza yardımcı oluyordu. Seçme hakkı bizlerindi, ama seçimi devam ettirme de öğretmenin rolü hiçbir zaman yadsınamazdı. Edebiyat hocam ile iletişimimiz okuldan mezun olduktan birkaç yıl sonra da devam etti. Sakın vazgeçme okumaktan, bir gün anlayacaksın diyordu ve ara sıra tavsiyeler alıyordum. İletişim kurma da yaşadığım özgüven ve hayal gücümün zenginliğini gittikçe ruhumda hissedebiliyordum.
Bir gün akrabası ve sınıf arkadaşım olan yeğeninden vefat ettiği haberini almıştım. Cenazesine gelen lakap taktığı, el hareketleriyle şakalaştığı arkadaşlar da oradaydı. Büyük bir hüzün ve ciddiyet vardı hepsinin yüzünde. Meğer yaşamın o zorlu kollarına atılan herkesin onu seveceği bir tarafını sunmuş bizlere.Sözümü tuttum. Edebiyat dünyasına atıldım, yazarlık serüvenimde beni yalnız bırakmayan o sözler mıh gibi aklımdaydı. Bir şekilde yeğenine ulaştım yıllar sonra sosyal medya aracılığıyla ve kitabımı sundum. “Sevgili Edebiyat hocam, her zaman yanımızdasınız, anlıyorum” yazılı imzayla birlikte.
İnsan kitap gibi gerçekten fakat en çok açmaya çekindiğimiz o sayfalardan öğrenebileceklerimizi öğreniyoruz. İçimizi fare gibi kemirse de endişeler, insanı en iyi bilen onu en iyi anlayan insanlar olacak yine üzerine nice sayfalar açılsa bile…