Yüzüne bulanmış kireç tozlarından biliniyordu o evin çocuğu. Hayret bu sefer elleri üstü başı derken yüzü gözü de karışmıştı birbirine. Büyüklerin yaramazlığı ona mı yıkılacaktı? Yoksa yıkılan hayallerin rengi mi sürülmüştü, kara boncuk gözlerinin aydınlattığı o yarı ıslak yüzüne. Şehir, ülke veya coğrafya adına her ne dendiyse, çok fazla insanın hayatını kurtaramam buna gücüm de yetmez. Yaşamı genel kurallarıyla herkes bilir. Her canlı doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölür. Ölümden birkaç defa dönmüş biri olarak diyebilirim ki, o anda aklınıza kendiniz gelmiyorsunuz. Bu kadar mıydı dedirten bir soru beyninizin içinde yankılanır durur. Şartlandığımızı anlarız hayata, o kahredici söylemlerle hayattan bıktığımızı söylerken ki blöfümüzden utanırız saniyelik hislerle. Başından geçenler geçmiş, bitmiyorsa geçmemiştir. Ama hatırlarız o günün gecesinden balkondaki fesleğene su verip vermediğimizi. Faturamızı ödeyip ödemediğimizi. Mekik dokumak dediğimiz o günlük rutinin içinde sanal şövalyeler olduğumuz anları hatırladıkça gülümseriz buruk tebessümlerle. Kaleye hapsolmuş bir prenses kurtarılmak için sadece seni bekler onca aday varken. Game Over olur oyun kapanır ardından bilgisayar, bütün iletişim araçları susar ve ardından gözlerin. Programlanmış aşkları seyredersin bir ara, senaristin insafına kalmıştır özel yaşamında kuracağın dengen.
Bir gencin yoldaki kediye hızlı adım gidişini takip ederim yok yere. Tekme atsa belki kurtaracağım. Sonra tatsız bir rahatlama ile yoluma devam ederim. Sonrasında anlarım tatsız rahatlama adını verdiğimiz şeyin huzurun şekil değiştirmiş hali olduğunu ve hayatımıza yayıldığını… Teknolojiyle hızlansa da her unsur, kullanım kolaylığı artan ürünlerin yanı sıra silahlar da çeşitlenmiş. Kimyasal, biyolojik, psikolojik bir sürü adı varmış bu silah denilen meretin. Amacını düşünmek sadece birkaç saniye dayanabildiğimiz bir olgu iken o silahın namlusu nereye döner filmi dönmeye başlıyor bazen yaşam seyir defterimizde.
Dünya küçüldü deseler de yakın mesafeler bize yaramadı gibi. Dünya küçüldükçe sığamaz olduk içine. Kültür, gelenek, ırk, din, mezhep galiba insan olmaya karşı bir tek. Bir zeytin dalına benzeyen ne çok el var. Ne kadar çok sarılmak istiyoruz da ağlamamak için kaçıyoruz birbirimizden olabildiğince. Şartlar bazen bizi haddinden fazla zorluyor, getirileri dişimizin kovuğuna bile yetmeyebiliyor. Oysa açık deniz gibidir her şey içinde barındırdığı gizemiyle, hoyratlığı, sakinliği kendimizden duygularımızdan birer örnektir. Acı bizim ona kattığımız önem oranında hayatımızda değil miydi? Güç savaşları akla gücü getirdikçe insanlığımız güçten düşmeye başlayıncaya kadar. Acı bir yere gitmezmiş oysa umutlar değişkenmiş. Fotoğraflar sadece zamanı değil bizi de çivilermiş meğerse olduğumuz yere. Azalan her şeyin kıymeti artıyor. Her geçen gün gazdan, betondan, silahlardan ve teknolojiden etkilenmemiş yüreklere şaşkınlığımızı etiketliyoruz. Uçurtmalara yer açmaya da sıra gelecek bir gün elbet, kuşlar sevinç çığlıklarıyla inecek toprağa ve o gün çocuk kendisiyle tanışacak. Aynadaki olgun yüzüyle hayatı sevmeyi, çocukları için ısrarla, hasretle deneyecektir geç bile olsa…
Yine bir gece yağmuru izliyorum penceremden, camdan bakacak bir arap kızı arıyor gözlerim. Göremiyorum. Sonra fark etmez herhangi biri baksa da olur diyorum. Birileri baksa yeterdi. Dünyamız hala küçük bir çocuk, oyunbozanları zeytin dalını alıp kaçarken o sana bakıyor. Fark ettin mi?