56 Modeldi, Opel’di. Babamın ilk arabasıydı. Dolayısıyla bizim de. Altı silindir, koldan vitesli ve iki oda bir salon genişliğindeydi. Tabiatıyla mekanikti. Ağzı dili yoktu. Yani öyle kapısı zorlandı diye yaygara koparmaz, benzin bitiyor diye uyarmaz ya da sonraki kavşaktan sola dönün diye yol göstermezdi.
Ancak ondaki konfor beş yıldızlı otel odalarında bile bulunmazdı. Öyle ki; bir akşam puslu karanlık azametle çökerken Abant Gölü’nün üstüne arka koltukta ayaklı uçlu yatan iki küçük kız tüylü Siirt battaniyesinin altında yıldızlı rüyalara dalabilirdi korkusuzca.
Kaporta sağlamdı ancak aksam sorun çıkarmaz değildi. Buna mukabil motordu, karbiratördü, kaçak cıvataydı her ne arıza ise sıkı bir yumruk ya da tekme karşısında giderilmez değildi.
Elektronik beyni yoktu fakat ruhu vardı. Özgün mizahta karakter sahibiydi. Korur kollardı. Kaprislenecekse bile yer ve zaman gözetirdi. Örneğin; gecenin nısfı dağda bayırda kontak kapatmazdı. Bildiğin gün ortası, Boğaz Köprüsü’nde trafiğin en civcivli saati sustururdu motoru.
Mavi-beyaz sadece iki renkti ama çocukluğumuzu rengârenk anılara boyamıştı.