Ali Babacan; AK Partinin ilk yıllarında uzunca bir süre ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı yaptı. Özellikle sağ kesimin liberal kanadı için, ülkeye yabancı sermayeyi getirmeyi başarmış, küresel piyasaların ihtiyaç duyduğu güvenin oluşmasını sağlamış ve görevde olduğu yıllar içinde ülkeyi refaha ve bolluğa eriştirmiş adeta ekonomik bir idol olarak görülmekte kendisi. Yazılı ve görsel basında sürekli ekonomiden konuşup önemli birçok şeyi es geçmesi, iktidara değil de, sadece ekonomi yönetimine talip gibi bir izlenim vermekte. Ali Babacan lı yıllarda ekonominin başarılı olup, olmadığını anlamak için, sanırım AK Partinin ilk yıllarına doğru kısa bir yolculuk yapmamız gerekecektir.
AKP 2001 yılında, ağır bir ekonomik krizin ardından iktidar elde etme şansını buldu. Ekonominin başına getirilen Babacan, 57. Hükümet dönemin de İMF ile yapılan, sözde ekonomik istikrarı ve düzeni sağlamak adına imzalanmış stand-buy antlaşmalarının eksiksiz bir uygulayıcısı oldu. Özelleştirme adı altında toplam değeri yaklaşık 60 milyar dolar olan TÜPRAŞ, PETKİM, TEKEL, TELEKOM ve bunlar gibi çok değerli birikimler onun döneminde adeta yok pahasına satıldı. Bankaların % 50 si ve Borsa İstanbul’un % 60 da yine aynı yıllarda tamamen yabancı sermayenin tekeline bırakıldı. Devletin dış borçları (rakamlara bakılabilir) Cumhuriyet tarihinde hiç görülmeyen rakamlara ulaştı. Yine birçok kamu bankası da yapılan özelleştirmelerden payını alarak, yabancı kuruluşların eline geçti. Kurun düşüklüğü, tek başına hükümet olmanın verdiği güven ortamından kaynaklanıyor algısına yaslandırılarak, tüm görsel ve yazılı basın tarafından eşsiz bir ekonomik başarıymış gibi pazarlandı. Hal bu ki sağlıklı bir ekonomi kurun ne çok düşük, ne de çok yüksek olmasını vaaz ederdi. İktisat tarihine “Hollanda Hastalığı” diye geçen ve 1950’lerde Hollanda’yı iflasın eşiğine getiren düşük kurun yaratmış olduğu ithalat patlamasını Türkiye neredeyse yarım yüzyıl sonra yaşıyordu. Yerli üretimin dış piyasalarda düşük kurdan dolayı rekabete zayıflığı ülkeyi adeta bir ithalat cennetine çevirdi. Bu sebeple, dış ticaret açığı 30 milyar dolardan 80 milyar dolara çıkarak, sadece yüksek katma değer üreten teknoloji ürünleri değil cep telefonundan gıdaya her şey ithal edilir hale geldi. Dış borç 80 milyar dolardan 400 milyar dolara fırladı. 2001 deki krizin aksine uzun vadeli ev, taşıt kredileri ve bankaların adeta sokaklarda kredi kartı dağıtmasıyla devletin krizine birde hane halkının krizi eklendi. Kredi kartlarına uzun vadelere tekabül eden taksit imkanları tanınması ve vatandaşın bu yüzden borç sarmalına düşmesi, yine Babacan döneminin eserlerindendi. Onun ekonomisinin temel felsefesi ,“Borç yiğidin kamçısıdır” anlayışına dayanıyordu. Hal bu ki borç yükü altında ezilen ve elinde emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan emekçi greve gidemeyecekti örneğin; peki öyleyse işçi nasıl yiğitlik edecekti? Diğer yandan 2008 de Lehman Brother sin çöküşü ve ABD de tüm dünyayı etkisi altına alan Mortage krizi dünyada doların bollaşacağı yeni bir dönemi getirecekti. Özellikle gelişmiş ülkelerde piyasaları canlandırmak ve halkı alıma yönlendirmek için düşük tutulan faiz oranlarıyla dağıtılan krediler, ABD Merkez Bankası Fed tarafından yapılan yüksek miktarlı tahvil alımları dünyayı adeta bir dolar likiditesine boğdu.(ABD Piyasalara 2,5 trilyon dolar sürdü) Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki görece yüksek faiz oranları yabancı yatırımcılar için istedikleri gibi cirit atacakları devasa bir kar sahası yarattı. İşte Türkiye, Brezilya, Arjantin gibi ülkeler benzer koşullara muhatap olan ülkelerdi. Kimi ülkeler ülkeye giren yabancı sermayeyi arge, bilişim ve yüksek katma değerli ürünlere yatırım şeklinde değerlendirirken Türkiye tercihini inşaata dayalı ekonomik bir büyümeden yana kullandı. Aynı zamanda geliri tl olan bir çok şirket dövizle borçlanarak sanal bir ekonomik büyüme pazarlandı. Ekonominin büyüdüğü doğruydu; fakat bu tamamen ithal malların tüketimine endeksli ve sonuçları her türlü yıkıma gebe riskli bir büyümeydi . Özellikle devletin Toki eliyle yapmış olduğu büyük inşaat projelerinin üretimi dışlayıcı etkisi ülkenin her tarafının harfiyat kamyonlarıyla dolu bir şantiyeye dönüşmesine neden oldu. Sanayici, kabzımal, hayvancı, siyasetçi, futbolcu artık hepsi birer müteahhit ve yine herkes birer emlak alım-satıcısı olmuştu. Hiçbir niteliği olmayan öncenin gelişme özürlüleri ve her yönden gerileri, bilmem kaç yıl öncesinden devreden arsa veya tarla mirasları sayesinde yeni dönemin varsılları olmuşlardı. Gün müteahhit veya emlak komisyoncusu olma günüydü. Birçok kişi çeşitli arsa manipülasyolarıyla eşsiz gelirler elde ediyorlardı. Mevcut durumun meydana getirdiği gelir eşitsizliğinde ki devasa açılma, üretimin dinamikliğine, devamlılığına ve emeğin savunma kabiliyetine büyük bir darbe vurmuştur. Fakat yüksek büyüme rakamlarının sergilendiği ve hiçte yeni olmayan ithalata dayalı bir ekonomik modelin yaşadığı yalancı bahar artık sona doğru yaklaşıyordu. 2013 te ABD den gelen verilerin ekonomide toparlanmaya işaret etmesi, işsizlik rakamlarının görece düşüklüğü doların, artık gelişmekte olan ülkelerden anavatanına dönmesine neden oldu. İğneden ipliğe tüketilen her üründe aşırı dışa bağımlılığın devrettiği en büyük miras, olası küçük dış şoklardan bile devrilmeye eşdeğer zayıf ve bir o kadar da kırılgan mevcut ekonomik yapı olmuştur. Türkiye 2013 ten sonra etkisini uzun süre hissettirecek ve kolay, kolay terkedilmesi zor olan yeni bir ekonomik depresyon dalgasının şiddetli etkilerine, demokrasinin asla tahammül edemeyeceği çeşitli dalgalar şeklinde girmek zorunda kalacaktı.
Elbette, yıllara tekabül etmiş kötü gidişatın tüm yükünü Ali Babacan’a havale etmek, AK Partiyi tüm yapılanlardan muaf tutacak ve ona suçu başkasına atacağı yeni bir sorumsuzluk alanı açacaktır. Fakat, 2002-2007 yılları arası ekonomiden ve 2009-2015 arası Hazineden sorumlu bakanlık yapmış Ali Babacan’da en az partisi kadar sorumludur. Ve bugün geçmişin olumsuzluklarının bir başarı hikayesi gibi önümüze serilmesi hafızalarımızla alay etmektir. Elbette söz konusu yıllarda ekonominin patronluğunu yapan Babacan’ın kendi insiyatifi doğrultusunda iktisadi yapıya yön vermesi veya ekonomide yeni hikayeler yazması; AK Partinin tamamen lidere endeksli ve yine tamamen lider etrafında merkezlenmiş tutucu yapısı hesabıyla ne geçmişte ve nede bugün imkansız bir durumdur. Fakat Ali Babacan, bugün bile sızlamalarını iflah olmaz bir acı şeklinde hissettiğimiz ekonomik can çekişlerimizin müsebbiplerinden biridir. Tüm bunlardan çıkarılması gereken en önemli sonuç; AK Partinin kendi bünyesinden çıkmış bu küçük parçacıkların hedefinin, mevcut iktidara siyasi bir seçenek olma iddiasından ziyade; geçmişin tüm olumsuzluklarından ve yıkımlarından sıyrılacakları bir izolasyon sahası yaratma içgüdüsü olduğunun bilinmesidir.