Hastaneler hep soğuk gelir bana. Hasta ziyaretine dahi gitsem içimi bir kasvet basar. Boğulacak gibi olurum hastaneye girince ve işim biter bitmez de koşar adım uzaklaşırım oradan. Buna bir nevi hastane fobisi de diyebiliriz. Ama söylenildiği üzere korkunun ecele faydası yok!
Bilgisayar başında uzun süre oturunca ve çok kitap okuyunca ağrıyan gözlerimin durumu bir müddet sonra kronikleşti. Hâl böyle olunca da istemeye istemeye bir göz doktoruna gitmeye karar verdim. Her şey aleyhime iken bir de beş hafta sonrasına randevu vermeleri benim açımdan olayı iyice içinden çıkılmaz bir hâle getirdi. Spontane olan şeyler daha az acı veriyor. İş oldu bittiye gelince stresi de az oluyor sanki. Beklemek, beraberinde vesveseyi getiriyor. İşte bu çok can sıkıcı bir durum.
Randevu günüm gelip çatınca korku ve heyecan gibi sevimsiz duygular nezaretinde erkenden hastane yoluna koyuldum. Beklediğiniz gün, hoşnut olmadığınız bir gün ise çabucak geçiveriyor zaman. Yol boyunca hep bunu düşündüm. Hastaneye gelince vücudum buz kesildi. Dışarıda oyalanmayı denedim ama aklıma randevu saatim gelince bütün cesaretimi toplayıp hastane kapısından içeriye girdim. Doğruca tabelada yazan bilgiler ışığında ikinci kattaki göz polikliniğine çıktım. Hınca hınç doluydu her yer. Hastaneye ne zaman gitsem dışarıda sağlam tek Allah’ın kulu yokmuş gibime gelir. Yine öyle bir düşünce geçti aklımdan. ”Hastane” deyince mutlaka durup düşünmek gerek(!)
Bekleyenler sırasında benden yaşça çok büyük olanlar da vardı henüz yaşını doldurmamış bebekler de… Herkesin derdine derman aramaya geldiği bir ortamdaydım. Yaşlılara refakat eden gerek kızları, gerekse oğulları doktor ile hasta olan yakını arasında bir nevi köprü vazifesi görüyordu. Bebeklerin dertlerini de anneleri aktaracaktı doktora. Hastalığını bile tam manasıyla izah edememek ve sorulan soruya tatmin edici bir cevap verememek de ayrı bir ızdırap olsa gerek. Hastaneye yapayalnız gelmek ise apayrı…
Bir müddet daha beyin fırtınası yaptıktan sonra hastane konusundaki ilk izlenimlerimi heybeme koyup doktorumun odası önündeki sevimsiz ‘danışma’ masasına doğru yöneldim. Hastanenin iticiliği yetmezmiş gibi bir de suratsız bir sekreter oturuyordu masada. Kız, zaten soğuk olan hastane ortamını iyice soğutuyor, önüne gelen herkesi azarlıyordu. Azarladıkları kişiler arasında doktorun yanında hasta olmadığını düşünüp numaratörde kendi numarası yanınca içeriye girmeye çalışan yaşlı bir teyze de vardı, ”Acaba dahiliye polikliniği hangi katta?” diye danışan bir lise talebesi de, ”Sadece göz damlası yazdıracağım, iki dakika sürmez,” diyerek doktorun yanına girmek için izin isteyen orta yaşlı bir adamcağız da… Ezelden beridir mevkisinin verdiği gücün eziciliğini sonuna kadar kullanan insanlardan nefret ettiğim için o kızdan da nefret ettim, ayaküstü, o an.
Neyse ki; tatsız olaylar nihayete erince sıra bana geldi ve suratsız sekretere bulaşmadan muayene olmak için doktorun odasına girdim. Şikâyetlerimi dinleyen doktor bir cihazla gözlerime baktı ve ”Gözlerini epey yormuşsun. O yüzden de ağrıyor ve sulanıyorlar. Ama yine de her ihtimale karşı bir göz damlası damlatacağım ve bu damla göz bebeklerini büyütecek. Ondan sonra sana bir takım harfler ve rakamlar okutacağım. O zaman kesin bir kanıya varırız,” deyip, bahsettiği damlayı gözlerime damlattı. Damla hemen etkisini göstermeye başladı ve hiçbir şey göremedim bir süre. Boş boş etrafa bakınırken doktorun sesine dikkat kesildim birden. ”İsterseniz siz dışarıda biraz bekleyin, ben de bu arada diğer hastaları muayene edeyim. Birazdan tekrar gelirsiniz,” dedi. Bunun üzerine ”Hay hay,” deyip çıktım odadan.
Doğru dürüst bir şey göremediğimden yanlışlıkla, ses tonundan akranım olduğunu tahmin ettiğim bir kıza çarptım. Özür diledikten sonra oturabileceğim bir sandalye bakındım. Çarptığım kız koluma girerek sandalyelerin olduğu alana kadar eşlik etti bana. Aynı kıza bu sefer de teşekkür ettim. ‘İşte sekreter olacak kız, bu!’ diye de söylendim içimden.
Tahmini olarak on dakika kadar bekledikten sonra sandalyemden kalkıp doktorun yanına gitmek için hareketlendim. Fakat gözlerim hâlâ flu görüyordu. Oturduğum esnada da doktorun odasını gözetlemediğimden doktor müsait mi değil mi bilemedim. Sekreter kıza danışmak yerine odaya doğru hareketlenmiştim ki; ”Heyyy, kör müsün? Numaratörde yazan rakam: 26! Bu da demek oluyor ki 26. sıradaki hasta içeride muayene oluyor,” dedi, gıcık sekreter. Asabım iyice bozuldu ama kızın seviyesine inmedim. Bulanık görsem de son bir kez öfkeyle baktım sekreter bozuntusu kızın gözlerine. Somurtkan ve memnuniyetsiz yüzünün ifadesini beynime iyice kazırcasına uzun uzun baktım. İçerideki hasta çıkınca ”Şimdi gir işte,” diyerek küstahça bir üslupta konuşan dudaklarına da öfkeyle baktıktan sonra bir hışımla girdim doktorun yanına.Doktor son derece iyimser bir tavırla kalktı yerinden ve gözlerime ışık tutup göz bebeklerimi inceledi bir süre. Ardından da dediği gibi çeşitli rakamlar ve harfler okuttu. İki tane göz damlası yazıp ”Çok yorma gözlerini, uzun süre de bilgisayar başında kalma,” uyarısında bulundu ve ”Geçmiş olsun,” diyerek odasından uğurladı. İşini severek yaptığı her hâlinden belliydi.
Doktorun yanından çıktıktan sonra reçeteyi işletmek için son kez muhatap oldum suratsız sekreterle. Hasta defterine bir şeyler karaladı, reçeteye doktorun kaşesini vurdu ve yüzüme bakma gereği bile duymadan reçeteyi tekrar bana uzattı. Laf sokmak için çıldırsam da kızın sevgiden yoksun hâline acıyıp hiçbir şey demeden çıktım hastaneden.
Hastane bahçesine çıkınca temiz havayı derin derin çektim içime. Hastaneye özgü olan kokuyu bir an önce unutmak istercesine havayı kokladım uzun uzun. Sonra, ”Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi,” cümlesiyle Kanuni’yi yâd ettim ve kaçarcasına uzaklaştım hastaneden.
Aradan yaklaşık bir yıl kadar zaman geçince sağ gözümdeki ağrı tekrar nüksetti. Huysuz sekreterine rağmen doktorumun insani münasebeti ile doktor randevusu tercihimi yaparken bu sefer hiç zorlanmadım. Bu defa altı gün sonrasına randevu verdiler. Yine heyecanlıydım ama ortamı ve olayların akışını bildiğim için heyecanım ilk gidişime oranla çok daha azdı. Muayene günüm geldiğinde tabelalara bakma gereği duymadan direkt çıktım ikinci kata.
Numaram 11’di ve çok erken gittiğimden daha ilk hasta bile muayeneye girmemişti. Sandalyeme oturup beklemeye koyuldum. Sekreterin olduğu masaya bakmak istemediğimden aksi yönlere baktım bir müddet. Sonra sekreterin ”Doktor Bey geldi, birkaç dakika sonra muayeneye başlayacak. İlk hasta buralarda olsun,” uyarısı, doğruca bakışlarımın sekretere doğru yönelmesine sebep oldu. Ses yabancıydı çünkü. Yumuşak, ılımlı ve insancıl bir ton vardı seste. Nerede diğer huysuz sekreter, nerede bu sekreter dedirtecek ve o yöne bakmaksızın ayırdına varılacak kadar insancıl bir ses… ‘Olacağı buydu işte, kovulmuş huysuz şey’ diye düşündüm ama o sinir kıza ne olduğunu merak etmiyor da değildim. Yeni sekreterle göz göze gelince dayanamadım kalktım yerimden.
⦁Merhaba, kolay gelsin. Bir şey sorabilir miyim acaba? dedim.⦁Buyurun. Sorabilirsiniz, diye cevapladı nazik sekreter.⦁Şey, ben yaklaşık bir yıl önce yine buraya muayeneye gelmiştim ve doktorumun o zamanki sekreteri başka birisiydi. Huysuz, somurtkan birisi… Şimdi gelince göremedim de kendisini acaba işten mi kovuldu diye size sormak istedim dedim, düşünmeksizin.⦁Siz Filiz’den bahsediyor olmalısınız. Dünya tatlısı bir kızdı kendisi… Sekreter, cümleye -di’li geçmiş bir zamanda giriş yapınca Filiz’in artık gerçekten hastanede olmadığına kani oldum. Konu benim açımdan iyice muğlak bir hâl almaya başlamıştı.
Yüzümdeki şaşkın ifadenin geçmesini beklemeden cümlesine devam etti sekreter:⦁Evet, harika bir kızdı Filiz. İyimser, sevecen ve yardımsever bir kızdıdeyince, kendimi tutamadım ve sekreterin cümlesini yarıda böldüm.⦁Sanırım aynı kızdan bahsetmiyoruz. Çünkü benim dediğim kız ne iyimser, ne sevecen ne de yardımsever bir kızdı. Hatta yardımseverlik bir kenara durmadan insanları azarlayan, hakaret eden birisiydi, dedim.
Sekreter dediklerime karşı duymuş olduğu kızgınlığını gözleriyle kustuktan sonra cüzdanından vesikalık bir fotoğraf çıkarıp ”Dediğiniz kişi bu değil miydi? Bu kişiden bahsetmiyor musunuz?” diye sordu. Fotoğrafta gülümseyen bir yüz ve neşe dolu bir kız vardı. Ve bu kız gerçekten de eski sekreterin ta kendisiydi. Cevap vermek yerine başımı emme basma tulumba gibi sallayarak bahsettiğimiz kişinin aynı kişi olduğunu teyit ettim. Konuşmamamda sabırsızlığıma olan öfkemin de payı çoktu kuşkusuz.
⦁Bahsettiğim kişi tam olarak bu kız hanımefendi, dedim.⦁O birkaç ay önce öldü maalesef, dedi yeni sekreter.
Alıştırması yapılmamış bir ölüm haberi aldığım için bir anda beynimden vurulmuşa döndüm oracıkta. Akabinde merakıma yenik düşüp gencecik kız nasıl ölür ki diye düşündüm eski sekreteri her ne kadar sevmesem de. Kendisi hakkındaki bıraktığı izlenim aklımda taptaze duruyorken sekreterin ölüm haberini almak şemsiyesiz bir yağmurda ıslanmak gibi bozguna uğrattı beni. ”Nasıl olur ya, nasıl, nasıl!” diye bağırdım elimde olmadan. Bütün gözlerin üzerimde toplandığını fark eden sekreter yanındaki boş sandalyeye buyur etti beni ve ”Lütfen sakin olun beyefendi. Burası hastane,” diye de bir hatırlatmada bulundu. Gözlerim elimdeki randevu sırama odaklanınca ne kadar boş bir uğraş için hastanede olduğumu sorguladım o an için. Ölüm karşısında bütün işler fuzulidir çünkü!
– Bakın beyefendi sizi hiç tanımıyorum ama Filiz’i çok iyi tanırdım. Bu hastanedeki en iyi dostumdu. Tekrarlıyorum, altın gibi de bir kalbi vardı. Fakat bağımlıydı. Yetimhanede büyümüştü Filiz. Böyle olunca da bir türlü geçmişi yakasını bırakmadı. Yetimhanedeki serseri arkadaşları, bağımlı arkadaşları bir gün olsun rahat bırakmadılar kızı. Bir düzen kurmasına, yuva kurmasına, çoluk çocuğa karışmasına asla izin vermediler. Zaten laftan anlayacak tipler de değillerdi açıkçası. Hepsi lümpen takımından kişilerdi. Bir de son dönemlerde hastanede de işler yoğun olunca, bunalınca, arkadaşlarına uydu ve uyuşturucuya sarıldı Filiz. Kurtuluş olarak gördü o musibeti. Oysa pırıl pırıl bir kızdı kendisi. Hayat dolu bir kız… İnanın bana gençlik çağında birazcık sevecenlik, birazcık da ilgi onu kurtarabilirdi, dedi yeni sekreter.
Yeni sekreterle epeydir konuşuyor olsak da son sözleri içime işler nitelikteydi. ”Gençlik çağında birazcık sevecenlik, birazcık da ilgi onu kurtarabilirdi.”
Sekreter kızla aramızda bir sessizlik olunca ağrısından yakındığım gözüm yeniden elimdeki randevu sırama takıldı. İnsanlığımdan ve ön yargılarımdan utanarak ani bir refleksle kalktım sandalyeden. Hastane çıkış kapısında numaramı buruşturup yere atarken öfke dolu cümleler döküldü dudaklarımdan: ‘Gözünü sikeyim senin, burnunun dibindeki dramı göremeyecek kadar kör olan gözünü… Gözün çıksın emi. Kör ol, beter ol, adi!’