Necati ortaokulda sıra arkadaşımdı. Paspal ve tembel olmasının yanı sıra her allahın günü altına işeyen bir çocuktu. Devamsızlıkları ile de okul çapında ün salmıştı şerefsiz. En sinir olduğum şey, Necati okula gelmediğinde sanki bana zimmetliymişçesine Necati’nin okula gelmeme sebebinin bana soruluyor olmasıydı. Çok sık devamsızlık yaptığı için de bu soruyla sıklıkla muhatap olmak zorunda kalıyordum. Bir keresinde sırf bu yüzden dövdüm Necati’yi. O günden sonra da kavgalarımızın ardı arkası kesilmedi.
Necati’den hazzetmediğim için canını yakmayı, onu ağlatmayı çok seviyordum. En çok da ”Dayına dayayım Necati,” dedikten sonra ağlamasını… Bir yangın olsa, kesinlikle Necati’nin yangından kurtaracağı ilk şey, dayısıdır. Veli toplantılarına da hep dayısı katılırmış zaten. Kendisi bu durumdan övgüyle bahsederdi.
Nasıl bir kaderdir ki lisede de sıra arkadaşım Necati oldu. Artık altına işemediğinden üç yıl boyunca Necati’ye ‘sidikli’ demedim. ”Lisede yeni bir sayfa açalım, çok sağlam iki arkadaş olalım,” teklifini sunduğu günü de aramızda milat kabul edip eğitim hayatımız boyunca bir kez olsun ‘dayına dayayım Necati de demedim. Bana uzattığı zeytin dalından sonra lise bitinceye kadar bir kere bile kavga etmedik, arkadaş olduk Necati’yle.
Liseyi bitirdikten bir müddet sonra dayısı işe soktu Necati’yi. Davut abi parti işlerini kovaladığından çevresi epey genişti. Babam, ”İyi çocuktur Davut. Dürüsttür. Çıkarı için değil, ülke menfaati için uğraşır. O yüzden de adam olamadı zaten,” derdi, Davut abi için. Necati’nin, dayısı vasıtasıyla işe girdiğini duyunca babamın karşısına dikilip ”Hani Davut abi dürüsttü? Kendi çıkarları için koşturmazdı. Bak, partideki kimliğini kullanıp Necati’yi işe sokmuş,” diyerek serzenişte bulundum babama. Babam da ”Davut’un siyasi kimliğinden ne olacak? Zaten Necati’yi soktuğu iş de organize sanayide kıçı kırık bir fabrika,” dedi. Böylelikle, babamın bir cümlesi daha, babama karşı ilk defa haklı çıkacağım tezimi çürüten cümlelerden birisi olarak tutanaklardaki yerini aldı.
Babama dikildikten kısa bir zaman sonra bir sonbahar akşamı Davut abi ailesiyle birlikte bize misafirliğe geldi. Tabii Necati’yi de beraberinde getirmişlerdi. Babam, göz işaretiyle beni mutfağa çağırdı ve cebinden para çıkarıp ”Bakkala git bir büyük rakı kap,” dedi. Ayakkabılarımı giyecekken Necati yanıma geldi ve bakkala gideceğimi öğrenince ”Ben de seninle geleyim, biraz laflarız,” diye mırıldandı. ‘Biraz laflarız’ cümlesinden Necati’nin bana anlatacağı bir şeyler olduğunu sezinledim. Çünkü Necati ne zaman biraz laflayalım dese mutlaka konuşacağı önemli bir konu vardır.
Bana anlatacak bir şeyleri olduğunu çok iyi bildiğimden yola çıktığımız ilk dakikadan itibaren susmayı yeğledim. Buna, karşındakinin ‘ciğerini bilmek’ diyorlar. Suskunluk oyunumuzu daha fazla sürdüremeyeceğini anlayan Necati mızıkçılık yaparak, ”Dayım yarın partinin il kongresinde konuşma yapacak. Ben de gideceğim. Her yer karı-kız olacak. Bir bilsen, nasıl heyecanlıyım. Sabahı iple çekiyorum,” dedi, bir nefeste. Cümle hayli kısaydı ama mesaj gayet netti. Karı-kız kelimelerini duyunca kan şekerim düştü ve Necati’ye de çikolata ısmarlamak zorunda kaldım. Göz hakkı diye bir şey var sonuçta.
Eve girer girmez cümlemi unutacakmışım hissine kapıldığımdan ”Baba ben de yarın DSP’nin İl Kongresi’ne katılabilir miyim?” dedim. Babamın şaşkın bakışlarından Davut abinin henüz konuya giriş yapmadığı sonucunu çıkardım. Babam kaşlarını çatarak ”Orası sirk alanı değil. Kafana esince parti kongresine katılamazsın!” dedi. Konuşurken, Davut abiyi göz ucuyla süzmeyi de ihmal etmiyordu. ”Olur mu öyle şey Erol abi. Elbette canı istiyorsa Şinasi de katılabilir. Partimizin kapısı herkese açık evelallah,” dedi Davut abi, babama cevaben. Bu davetkâr tutumunda ertesi gün partinin il kongresinde konuşmacı olarak boy göstereceğinin payı da yadsınamayacak derecede etkiliydi.
Parti kongresine katılacağımdan çok karı-kız mevzunu düşünmekten sabaha kadar uyuyamadım. Ne zaman uykuya dalacak gibi olsam Necati’nin; ”Her yer karı-kız olacak. Bir bilsen, nasıl heyecanlıyım,” cümlesi geldi aklıma. Zihnimde o kadar çok yer etti ki bu cümle, bir süre sonra slogana dönüştü.
Sabah uyandığımda aceleyle kahvaltımı ettim ve çıktım evden. Bir gün öncesinden anlaştığımız gibi Necati’yi sokağın köşesinde beni beklerken gördüm. Takım elbise giymişti. ‘Nerde o altına işeyen çocuk, nerde şimdiki Necati,’ dedim, Necati’ye doğru yürürken. Yanına vardığımda ”Acele edelim, dayım çok geç kalmamamızı söyledi,” dedi. Bizi arabasında bekleyen Mesut abinin yanına bir an önce varabilmek için jet hızıyla ayrıldık mahalleden. Kalbim heyecandan durmak üzereydi.
Kongrenin yapılacağı Atatürk Kapalı Spor Salonu’na gelince heyecanım bir kat daha arttı. Ortalık mahşer yeri gibiydi. O kadar kalabalık içerisinden nasıl olduysa bizi görmüştü Davut abi. Yanımıza gelip bir şeyler söyledi ama ben oralı olmadığımdan dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Benden yaşça büyük orta yaşlı kadınları kesiyordum. Çaresiz, umutsuz ve âşkla…Kongre başlayıp da anonsör, Davut abinin ismini zikredince avuçlarım patlayana kadar alkışladım. Davut abi, krem bir takım elbiseyle çıktı kürsüye. Çok şık gözüküyordu. Çok kısa süreliğine hınca hınç dolu olan salona baktıktan sonra cebinden konuşma metnini çıkardı. Cümlesine, ”Askere gitmezden önce,” diyerek başlayınca, kendimi tutamadım ve tekrar Davut abiyi alkışlamaya başladım. Çünkü, birkaç ay sonra askere gidecek çiçeği burnunda bir er adayıydım. Salon bütün bakışlarını bana doğrultunca özür dileme mahiyetinde bir el işareti yapıp sözü sahibine, Davut abiye bıraktım. Davut abi parmağının ucuyla mikrofona tıkladıktan sonra yeniden, en başından itibaren önündeki metni okumaya başladı.
”Askere gitmezden önce hayatın anlamadığın bir giz’i ya da anladığını sanıp eksik kalmış bir yönü olduğu muhakkak. Askeriyede kurallar konulması boşuna değil.
”Su içilmez””Er nöbet aracı durmaz””Işığı kapat”… gibi yüzlerce kat’i suretle uyulması zorunlu yönlendirme ve direktifler…”Batı’nın iyi olan yanlarını almalı, gündelik hayatımıza uygulamalıyız,” tezini savunanların görüşlerine ilave olarak söyleyebilirim ki askeriyenin de disiplin başta olmak üzere pek çok olumlu yönünü hayatımıza entegre edebilirsek daha saygılı ve daha başarılı bir toplum olacağımız su götürmez bir gerçek. Lakin dediklerimden çok katı kuralcı ve acımasız bir dikta yönetimini savunduğum sonucunu çıkartanlar da illaki olacaktır. İşte benim demek istediğim o sonuca varanların anlamak istedikleri değil. Günden güne cılkı çıkan toplumuzda hiyerarşi kisvesi altında biraz da olsa saygıyı ve kişisel haklara yapılan tecavüzleri (Yaşam hakkı, eğitim hakkı, kişisel haklar vs.) minimize etmek. Bugün haberlerde halen bir evladın annesini, babasını dövüp hatta bırakın dövmeyi öldürüp hiçbir şey olmamış gibi muhabirlerle ağız dalaşına girmesine seyirci kalabiliyorsak, kız olsun erkek olsun küçücük yaştaki çocukların cinsel saldırıya uğramasına taşlaşmış derecede kayıtsızsak, bir yerlerde yanlış giden bir şeyler var demektir. İşte bu yüzdendir ki eğitimin, disiplinin, sevginin, saygının ve özverinin askerîsine sonuna kadar, EVET! İnsanlığın ve ücretin asgarisine ise sonsuza kadar; HAYIR!”
Davut abinin konuşması bitince salonda bir alkış tufanı koptu. Bütün partililer ayakta alkışladılar. Necati, çok büyük bir düşmanı alt etmiş gibi boynuma sarılarak sevincini benimle paylaştı. O gün solcu olmaya karar vererek, ”Ben solcuyum,” dedim. Siyasi konjonktür bunu gerektiriyordu.
Davut abi kürsüden inince ilk olarak Necati ile ben tebrik ettim kendisini. O da yılların siyasetçisi edasıyla tebrikleri kabul etti. Herkes ”Büyük adamsın Davut, büyük adamsın vesselam,” diyordu. Bu iltifatlardan sonra Necati’nin koltuklarının kabarmasına hiç aldırış etmedim. Çünkü artık aynı saftaydık.
Kongre bitiminde Davut abi ilk iş Necati’yle beni arabasına bindirdi. Bunu babama söz vermiş olduğu için değil, insanlığından, içtenliğinden ve babamla bana vermiş olduğu değerden ötürü yapmıştı. Bizi kongre alanına getiren Mesut abiye bakındım ama göremedim. Mesut abi Davut abinin dava arkadaşıydı. Necati ile birlikte Mesut abiye yamuk yaptığımızı bilerekten bindim Davut abinin arabasına. Kürsüdeki muhteşem konuşmasını yok sayıp şoför mahallinde oturduğu arabasında bizimle bir ‘abi’ sevecenliği ile yol aldı. Babamın da dediği gibi ‘dürüst adam’dı kendisi. Dürüst, sorumluluk sahibi ve alçak gönüllü…
Yolculuk boyunca Davut abinin kısa ama anlamlı konuşmasından bahsetti durdu Necati. Yalan yok, salondakiler ve Necati ile birlikte ben de çok etkilenmiştim Davut abinin açılış konuşmasından. Necati ikide bir dayısından öğrendiğini düşündüğüm jargonla ”Harikaydın dayı. Herkese adeta ders verir nitelikte konuştun. Partililere seslenmekten çok global bir açılış konuşması yaptın. Senden sonra konuşulanların hepsi kısır döngünün bilindik, verimsiz, klişe ve sönük safsatalarından bir adım ileriye gidemedi. Sen bu partinin kanaat önderi olmalısın dayıcığım,” diye zırvaladı durdu.Keyfi son derece yerinde olan Davut abi Necati’nin övgülerinden sonra gevrek gevrek gülmeye başladı. Söz dönüp dolaşıp sürekli Davut abinin konuşma metnine gelince, dayanamadım ve; ”Davut abi rica etsem konuşma metnini bana verebilir misin?” dedim. Metni temelli istiyor olduğumu belli etmek için de ”bir kez okumak için değil ama artık hep benim olmak koşuluyla,” diye de ekledim. Cümlemi bitirdiğimde Davut abinin özgüveninin tavan yaptığını ve bunun baş mimarının da bizzat ben olduğumu anladım. Ünlülerden imza istemek gibi bir şeydi bu. Ama neyse ki Davut abi kaprissiz bir ünlüydü de isteğimi tereddüt etmeksizin yerine getirdi.
Akşam babam eve gelince Davut abinin konuşma metnini üzerine çıktığım sandalyeden karşıya bakarak, ‘balkon konuşması’ yapan bir siyasî lider tavrıyla okudum babama. Annem pek memnun gözükmese de babam ”Sen olmuşsun. Yolun açık olsun bakalım,” dedi. Gerçekten gün içerisinde parti olayına iyi kanalize olmuştum. Kendimi parti atmosferine öylesine kaptırmıştım ki Necati’nin ballandıra ballandıra vaat ettiği karı-kız olayına bile tam manasıyla konsantre olamadığımı ancak sandalyeden inerken akıl edebildim. Sayılı zaman çabuk geçti. Kutsal vazife günü gelip çatmıştı. Askere gideceğim gün beni uğurlayanların arasında Davut abi de vardı. Necati’ye sıkı sıkı sarılıp ”Seni gün aşırı arayacağım, merak etme,” derken, ağlamak üzereydim. Babam cebime harçlık koymasa ve annem de ”Parana sahip çık, çaldırma!” diye uyarmasa, otogardan beni değil de bir başkasını uğurlayacaklarını düşünecektim. Ama öyle olmadı. Otobüse bindim ve tekerlekler ayrılığa doğru döndü. Otobüs perondan ayrılırken cama doğru yaklaşıp gururlu bir asker selamı verdim. Davut abi haricindeki herkes ağlıyordu. Babam bile. Belki Davut abi de ağlardı ama yavuz siyasetçi duruşu buna izin vermedi zannımca.
Askerlik günlerim su gibi akmasa da bir şekilde geçiyordu. Necati’yi de söz verdiğim kadar olmasa da fırsat buldukça arıyordum. Arkadaşlığımız ben askerdeyken de bir şekilde sürmeye devam ediyordu yani. Ta ki, şafak kâğıdımda karaladığım 379. güne kadar…
Askerliğimin 379. günü 29 Ekim’e denk geldi. Ranzamda yatıyorken Bölükçü’nün postası koğuşuma gelip ”Bölükçü seni çağırıyor. Acil gelmen lazım,” dedi. Kendi postası Bölük Komutanı’na ‘bölükçü’ derse el âlem ne demez? ”Bölükçüne de, sana da, aciliyetine de!” diyerek kalktım ranzadan.
”Yarın 29 Ekim Şinasi. Biliyorsun. Ve 29 Ekim etkinlikleri kapsamında Valilik Meydanı’nda kutlama tertip edilecek. Biz de birkaç subay ve astsubay arkadaşla birlikte orada olacağız. Çelenk seremonisinin ardından da halk’a sesleniş mahiyetinde kısa bir konuşma yapılacak. İşte sen de burada devreye gireceksin. Elin ayağın düzgün. Diksiyonun da fena değil. O yüzden bu önemli görev sana düşüyor. Yarın için hazır ol!”
Normalde ”Emredersiniz,” deyip odadan çıkmam gerekirken ”İyi ama ben ne konuşması yapacağım ki? Ne konuşacağımı nerden bileceğim?” dedim Bölükçü’ye. Bölükçü Hulusi Kentmen babacanlığıyla ”Merak etme Şinasi. Ben okuyacağın metni hazırladım. Sen sadece kâğıtta yazılı olanları okuyacaksın. Olay, bu,” dedi. ”Kâğıttaki metni okuyacaksın,” cümlesini kulağıma ninni gibi fısıldadı Bölükçü. Konuşma falan deyince de hâliyle DSP İl Kongresi’ndeki Davut abinin konuşma hadisesi geldi aklıma. Konuşması bitince de bütün bir salonun alkış tufanı… Üstelik o günün hatırasına Davut abiden aldığım konuşma metnini de askerliğimin ilk gününden itibaren kamuflajımın cebinde muhafaza etmiştim. ‘Bu cazip teklif sırf o günün hatırı için kabul edilir, yine edilir,’ dedim ve ”Emredersiniz Komutanım,” diyerek çıktım Bölükçü’nün odasından.
Koğuşa geldiğimde Piç Halit ”Bölükçü neden çağırmış ki seni? Bir terslik mi var yoksa?” dedi. Piç Halit en yakın arkadaşım, devremdi. İstanbullu ve fırıldak olduğundan herkes ”Piç Halit,” derdi ona. ”Bir şey yok. Yarın sivillerin olduğu bir ortamda, Vilayet Meydanı’nda bir konuşma yapacakmışım,” dedim. Konuşma yapacağımı duyunca tam manasıyla komünist olan Halit’in gözleri parladı. Halit jeneratör sorumlusu olduğundan akşamları jeneratör odasında gizlice bira içip kafayı bulmamıza yakın ben Davut abinin parti kongresinde yapmış olduğu konuşma metnini okurdum Halit’e. O da konuşma metninde geçen her kelimeye mest olurdu adeta. Şafağımız az kalınca bu durumu gelenekselleştirdik. Şoför her akşam birliğe dönerken Halit’le bana bira getirir olmuştu. Biz de biralara karşılık şoförü üst tertiplerine karşı ezdirmiyorduk.
Hava kararınca ”Jeneratör odasına gidelim,” dedi Halit, ”gecikirsek biralar ısınacak.” Jeneratör odasında epey oturunca ve biralarımız da bitince ”Malum, benim yarın işim var Halit. Hadi kalkalım artık,” dedim Halit’e ama epey bir sarhoş olan Halit illa ”Yarın okuyacağın metni önce burada bir okusana. Hem sana da prova olur,” diye tutturdu. Kıramadım, okudum. Okumam bitince Halit ”Bu ne biçim bir yazı oğlum çocuk müsamerelerindeki yazılar gibi basit ve ruhsuz,” dedi. Ben sadece aldığım emri yerine getireceğimden yazının derinliğini ve vermeye çalıştığı mesajı hiç irdelemedim. ”Hadi kalkalım artık, geç oldu,” dedim ve kalktık.
Üzerime uyku çöktüğünden koğuşa girer girmez sızmışım. Halit de sarhoş olmanın verdiği cesaretle ceplerimi karıştırıp Davut abinin konuşma metnini Bölükçü’nün hazırladığı metin ile değiştirmiş. Hatta Bölükçü’nün metnini yırtmış atmış şerefsiz. Lakabının hakkını sonuna kadar verenlerdendir Halit. Bildiğin, piç!
Sabah olduğunda apar topar tıraşımı oldum ve kahvaltımı yaptım. Bölükçü, yemekhane çıkışında ”Botlarını boya. O botların hâli ne öyle? Askerliğin de içine ettiniz!” deyince özenle botlarımı boyayıp Bölükçü’nün yanına gittim: ”Hazırım Komutanım…” diyerek bir nevi emrini uyguladığımı gözüne gözüne soktum. Beni tepeden tırnağa iyice süzdükten sonra sert bir asker üslubuyla; ”Tamam, çıkıyoruz,” dedi.
Tören alanına vardığımızda kalabalığı görünce afalladım. İlk önce, Vilayet Meydanı’ndaki Atatürk Anıtı’na çelenk bıraktık. Sonra fotoğraf, selamlaşma, protokolde oturacakların yerlerini alması faslı…
Şehrin ileri gelenleri yerlerine otururlarken tek tek selamladılar halkı. Konuşma sırası bana gelince, Bölükçü; ‘hadi oğlum sahne sırası senin’ der gibi baktı yüzüme. Ben de o bakışın ardından kürsüye büyük bir özgüvenle yürüdüm ve yılların konuşmacısı gibi mikrofona inceden bir ayar yaptım.
Boğazımı temizledikten sonra cebimden metni çıkarıp okumaya başladım:
”Askere gitmezden önce hayatın anlamadığın bir giz’i ya da anladığını sanıp eksik kalmış bir yönü olduğu muhakkak. Askeriyede kurallar konulması boşuna değil.”
‘Nasıl olur bu dedim.’ Bölükçü endişeli gözlerle bana bakıyordu. Diğer cebimi yokladım, boş! Çok geçmeden Halit’in yaptığı piçliğin farkına vardım. Çaresizlik içinde etrafa bakınırken kürsüye çıkmazdan evvel son kontrollerimi yapmadığım için kendimi gebertesim geldi. Karşıdan ne kadar aciz göründüğümü tahmin edebiliyordum. Kürsüden inmek istedimse de Bölükçü ‘hayır’ anlamında başını iki yana salladı. Metni okumaya devam ettim:
”Su içilmez””Er nöbet aracı durmaz””Işığı kapat”… gibi yüzlerce kat’i suretle uyulması zorunlu yönlendirme ve direktifler…”Batı’nın iyi olan yanlarını almalı, gündelik hayatımıza uygulamalıyız,” tezini savunanların görüşlerine ilave olarak söyleyebilirim ki askeriyenin de disiplin başta olmak üzere pek çok olumlu yönünü hayatımıza entegre edebilirsek daha saygılı ve daha başarılı bir toplum olacağımız su götürmez bir gerçek. Lakin dediklerimden çok katı kuralcı ve acımasız bir dikta yönetimini savunduğum sonucunu çıkartanlar da illaki olacaktır. İşte benim demek istediğim o sonuca varanların anlamak istedikleri değil. Günden güne cılkı çıkan toplumuzda hiyerarşi kisvesi altında biraz da olsa saygıyı ve kişisel haklara yapılan tecavüzleri (Yaşam hakkı, eğitim hakkı, kişisel haklar vs.) minimize etmek. Bugün haberlerde halen bir evladın annesini, babasını dövüp hatta bırakın dövmeyi öldürüp hiçbir şey olmamış gibi muhabirlerle ağız dalaşına girmesine seyirci kalabiliyorsak, kız olsun erkek olsun küçücük yaştaki çocukların cinsel saldırıya uğramasına taşlaşmış derecede kayıtsızsak, bir yerlerde yanlış giden bir şeyler var demektir. İşte bu yüzdendir ki eğitimin, disiplinin, sevginin, saygının ve özverinin askerîsine sonuna kadar, EVET! İnsanlığın ve ücretin asgarisine ise sonsuza kadar; HAYIR!”
Bir de yaptığı yetmezmiş gibi metnin sonuna bozuk bir yazıyla yazılmış ”Askerî in, Asgarî out,” yazısı eklemişti Halit. Onu da okudum. Bu da Halit’in, eserinin üstüne tüy dikmesiydi.
Kalabalıktan ”Bir de asker olacak. Komünist pezevenk,” sesleri yükselmeye başlayınca Bölükçü linç edileceğimden korkarak beni hızla olay mahallinden uzaklaştırdı. Birliğe dönünce de ağzından tükürükler saçarak ”Atın bu iti diskoya da aklı başına gelsin,” dedi. Disko; disiplin koğuşu demekti. Halit’ten öğrenmiştim ne berbat bir yer olduğunu. O sık sık gittiği için anlatırdı.
On üç gün disko cezası aldığımı öğrenince önce Halit’e sonra da Necati’ye bildiğim bütün küfürleri sıraladım. En çok küfürü de beni sabahın köründe uyandıran, diş fırçasıyla tuvalet taşı temizleten, boş bir odaya su basıp permatikle suyu çektiren, ibnelik olsun diye tutmayacağını bile bile kis toprağı bana kazdırtıp ağaç diktiren çavuşa ediyordum. Ama finaldeki küfür hep Necati’yeydi. Çünkü okumuş olduğum metnin cebimde bulunma sebebi Necati’ydi. Beni o gün o il kongresine götürmese ne ben solcu olmaya karar verecektim ne de Davut abinin metnini isteme gereği duyacaktım. Doğal olarak başım da hiç ağrımayacaktı.
Her saniyesi yıl gibi geçen on üç günlük cezam bittiğinde koğuşta kıstırdığım Halit’in yüzüne sağlam bir yumruk atıp öfkemi aldım. Diskoda kaldığım müddetçe disko görevlisi parlak çavuşa hiçbir şey yapamadığımdan dolayı da içim içimi yiyordu. Hıncımı tam manasıyla alamadığımdan olacak ranzamdan kalkıp Halit’e bir yumruk daha attım. Öfkeyle çenesini kıracaktım ama alt devreler ayırdılar. ‘Şimdi sıra sende Necati iti,’ diyerek çıktım koğuştan. Ankesörlü telefonda sıra bekleyen çömezleri çil yavrusu gibi dağıttım telefonun başından . Hiçbirisi ses çıkaramadı. İçeride yatmanın inanılmaz bir havası var. Dışarıda her türlü ekmeğini yiyorsun yani. Sinirle Necati’nin numarasını çevirdim ve açtı:”Alo. Buyur kardeşim. Nasılsın? Kaç gündür aramıyorsun. Geçenlerde dayanamadım ben aradım diskoda dediler. İyi misin Şinasi?”
”Sanane lan sidikli! Hâlâ işiyor musun lan altına? Necati, sen asalağın tekisin oğlum! Dayın olmasa bir hiçsin. Heee bu arada aklıma gelmişken; dayına dayıyım Necati!”
Dıt, dıt, dııııtttttt. Necati psikolojik harbe daha fazla dayanamayıp kapattı telefonu. İntikamımı aldığımı da akşamleyin annemden öğrendim. ”Necati’yi ağlatmışsın oğlum. Neler söyledin çocuğa,” dediğinde ‘Kod Adı İntikam,’ olan filmimin sona erdiğini anladım. ”Bir şey demedim anneciğim,” dedim, ”sadece oraları çok özlediğimi söyledim.” Bu duygusal cümlemden sonra annem teskin etmeye çalıştı beni: ”Az daha sabır oğlum. Hayırlısıyla, az kaldı gelmene. Bizler de seni çok özledik. Burnumuzda tütüyorsun. Necati’yle de yine eskisi gibi gezer, eğlenirsiniz. Necati de çok heyecanlı bu aralar. Davut abin milletvekili oldu.”
Necati’yi tekrar arayıp ‘öğlen sana şaka yapmıştım oğlum, annem akşamleyin arayıp da ağladığını söyleyince çok üzüldüm. Diskoda çok üzerime geldiler, ‘mavi gökyüzünü bana dar ettiler’ ben de en yakın arkadaşıma şaka yapayım da moralim düzelsin istedim. Sen de pat diye telefonu yüzüme kapatınca şaka yaptığımı söylemeye fırsatım olmadı. Telefon kartımda da kontör kalmadığından yeniden seni arayamadım,’ demek istedim ama siyasete çıkar karıştırmak istemedim. Solculuk prensibimden taviz vermek bana yakışmazdı.
Telefon görüşmem bitince mutsuz bir şekilde koğuşa döndüm. Halit uyuz uyuz bakınca bir yumruk daha patlattım suratının ortasına. Her şeyin hıncını almış gibi rahatladım ve şafak kâğıdımdan bir günü daha karaladım. Şafak: ‘Coni Moni.’ Bekle beni geliyorum pişmanlığım…