“Biz birbirimiz için yaratılmışız, birbirimizi mükemmel bir şekilde tamamlıyoruz.”
Yanlış.
“Bir elmanın iki yarısıyız adeta.”
Yani o kadar yanlış ki, yazmaya nereden başlayacağımı bile bilemiyorum. O kadar yanlış.
İnsan ilişkileri hakkında ilk olarak şunu öğrenmemiz ve iyice kabullenmemiz gerekiyor: ilişkiler iki farklı birey kullanılarak oluşturulur. İki ve farklı anahtar kelimeler. Bu kısım; ilişkilerde günün 24 saatinin ortak kararlardan ve ortak zamanlardan oluşması gerektiği, bu ilişkinin içindeki bireylerin birbirine bunu sağlamaktan sorumlu olduğu gibi absürt düşünce kalıpları sebebiyle çoğunlukla yanlış anlaşılabiliyor. Ortada bir ilişki varsa “bir” olmamız gerektiği düşünülüyor.
Peki 1+1=1 mi gerçekten?
Hayatımızı ve anılarımızı paylaşabileceğimiz bir insana sahip olmamamız tamamlanamamış olduğumuz anlamına mı geliyor? Peki ya böyle biri varsa, elmasının diğer yarısı olmak mı sorumluluğumuz?
Birimiz çilek, birimiz de portakal olup ortaya karışık bir meyve salatası yapsak mesela… Öyle olmuyor mu?
Yani eksik miyiz gerçekten?
Kim karar veriyor buna?
Ortada bir ilişki var, doğru. Fakat bu süreçte, iki farklı bedende iki farklı hayat olduğumuz gerçeği ilişkiyle paralel olarak varlığını sürdürebilmeli. Bireysellik yitimini gerektirebilecek herhangi bir ilişki toksik olmasının yanı sıra kişisel alanını, belki de karakteristik özelliklerini veya yaşam düzenini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan kişiyi de mutsuz edecektir.
Lütfen bir dakikalığına dur ve düşün. Bu şartlar altında, bütün bunları riske atmış ya da kaybetmişken, gerçekten mutlu olduğunu söyleyebilir misin?
Elbette planlar birbirine uyum sağlayacak şekilde düzenlenebilir, bir takım fedakarlıklar yapılabilir. Bu çok normal. Hayatın doğal akışı bu. Yalnızca bu fedakarlıkları yaparken durup kendimize bu söz konusu fedakarlıkların hayatımızda ne kadar yer kapladığını ve bize neye mal olduğunu sormamız gerekiyor.
“Ben bunlardan vazgeçerken kendimden de vazgeçiyor muyum?”
Geçmiyorsam, varlığımı ve hayatımı hiçbir kayba uğramadan devam ettirebiliyorsam sıkıntı yok. Çilekliğimden uzaklaşıp bir portakal dilimine benzemeye başladıysam… Orada işlerin biraz karışmaya başladığını anlayabiliriz sanırım.
Elbette, bunların hepsini “ilişki” kavramıyla ilgilenildiğini varsayarak anlatıyorum. Neden çilek olduğumuzu ve portakallar ne kadar çekici olsa da neden çilekliğimizi bırakıp portakal kabuğuna sığmaya çalışmamamız gerektiğini yani.
Çünkü ben eğer çilek olmaktan vazgeçip portakal olmaya çalışırsam, hem kabuğum bana büyük gelecek hem de beni ben yapan kırmızı rengimi kaybedeceğim.
Ben rengimle varım.
Çilek benim.