Son zamanlarda tam anlamıyla bir inzivaya çekilmişlik içerisindeyim. Herkesin hayatının inişe geçtiği bir dönem vardır. Benimki de o hesap yani. Önceden takip edenler bilir, benim hayatımın çıkışa geçtiği bir dönem yok zaten.
İnsanlardan soğuma evresindeyim. Hiçbir zaman insanları tam anlamıyla sevmiş değildim. Ama geldiğimiz şu evrede, masumun katledildiği ve sosyal mecralardan adalet arayışına girişilen şu iğrenç dönemde, insanoğlunun gerçekten ne kadar kötü olabileceğini idrak ettim. Hep çağdan şikayet ediyoruz. 2020 veya başka bir yıl. Bunlar kendi pisliğimizi örtmek için kullandığımız paravanlardan başka bir şey değil. İnsanın var olmaya devam ettiği her çağda kötülükler olacak. Üzerimize çığ düşse “2020 daha ne kadar kötü olabilirsin” dediğimiz bir dönemdeyiz. Belki hâlâ, bu durumun siyasi yönüne dil uzatıp kötülüğü görmezden gelmek isteyenler olacaktır. İnsanın yıktığı ve onarmaya zahmet etmediği bu dünyayı siyasetle veya gelip burda bana propaganda yapmayla saklayamazsınız. Kötülük dün vardı. Bugün de var. Ve yarın da olmaya devam edecek. Ben kendi türüm adına utanmaktan yoruldum ama insanlar belli ki geldiğimiz durumun pek farkında değil.
Yakın çevremdeki insanlarla da anlaşmazlıklar içindeyim. Sosyal fobisi olan birine göre çok sosyal arkadaşlar edinmişim, acısı sonradan çıkıyor. Kendilerine kolay geldiği için sürekli olarak anskiyetemi tetikleyen durumları savunuyorlar. Karşılarına geçip “ben istemiyorum” derdim ama artık eski ben değilim. Bundan bir- bir buçuk yıl öncesindeki ben olsaydım karşılarına geçip “istemiyorum kardeşim” diye gürlerdim. Çünkü o zamanlar hâlâ insanlara bir şeyleri açıklayabileceğime inanan aptal bir tarafım vardı. O tarafım öldü. Bir derdim varsa da benden başka birinin fark edebileceğini sanmıyorum. Hoş. Fark etseler bile mottomuz belli: Anlaman için önce yaşaman gerekiyor. Ve elbette hiçbiri benim boğuşmak zorunda olduğum cehennemdeyim hissiyle boğuşmuyor. Okuyanların içinde böyle adiler varsa diye söylüyorum: Birinin karşısına geçip beylik laflar etmek kolaydır. Asıl mevzu, ettiğin lafları nasıl uygulamaya koyacaklarını göstermekte. Ama kimse gösteremiyor. Çünkü, uygulamadılar. Çünkü, böyle sorunları yoktu. Çünkü, ben ertesi sabah nasıl uyanacağımı düşünürken beşinci rüyalarını görüyorlardı. Çünkü, insanlar bencildir. Kendileri yaralanmadıkça sizin yaralarınızı görmezden gelirler. Ve kendileri yaralandıysa sizi de kanatmayı görev bilirler.
Bir aydır elime ne kalem aldım ne de bir şeyler yazıp içimi dökmek için sosyal medyayı kullandım. Hayalet gibi, bütün sosyal medya hesaplarımda insanların mutluluğuna şahit olup geceleri yastığıma sarılarak ağlıyorum. Ağlamama somut bir sebep gösteremiyorum ama son bir yıldır kalbim ağzımda yaşadığım için çok da sorgulamıyorum. Bazı acılar tercüme edilemiyor, kendimize bile. Birileri gelip her zaman “sosyal medyada görülen mutluluklar sahte” diyor. Bu yalana daha ne kadar inanacağız bilmiyorum. Sosyal medyaya girip plajdaki bir fotoğrafını paylaşan insanın mutluluğu benim için tescillenmiştir. O kişi, fotoğrafın çekildiği an son derece mutlu. Kimse birbirini kandırmasın. Ben, plaja gitmek için iki aylık bir telkine ihtiyaç duyuyorum. Üç saatliğine denize girmek için iki ay. İki ay, okurken az görünüyor ama yaşarken hiç de o kadar az değil. Oturup kendime acımıyorum artık. Önceden acırdım. Kafede buluşan arkadaşlarıma bakarak ağlardım. Benim için bu büyük bir lükstü. Maddi anlamda değil, manevi anlamda. İnsan içine çıkmak için kırk takla atan psikolojik tarafım eğlenenleri gördükçe ağlardı. Yıllar yılı dost bildiğim insanlar “hiçbir buluşmaya gelmiyorsun” diye beni alaşağı ettiğinden beri herkesi hayatımdan çıkardım. Bu yapılan da zorbalıktır. Dışarıya çıkmaktan korkan bir insanı inatla zorlamak ve sebebini bile bile sitem etmek zorbalıktır. Aksini iddia edenlerin tek kelimesinin bile gözümde değeri yoktur.
Psikolojik sorunları olan bir insanı “korkma” diyerek tedavi edebileceğini sananların ortalıkta “ben kültürlü biriyim” diye gezmesi aşırı komik. Kültürlü insan başkalarının hayatlarını anlamaya çalışır. Kendisini modern olarak tanımlayan insan, kimseyi korkularıyla yüzleşmeye zorlamaz. Kendimden örnek verecek olursam, ne zaman birileri tarafından korktuğum bir şeye zorlansam ölecek gibi oluyorum. Şaka filan değil. Göğüs kafesimin oksijen kapasitesi azalıyor ve kalbim yavaşlıyor. Gerçekten korkuyu tatmış olanlara bu durum yabancı gelmeyecektir. Bana bunu yaşatan insanlar adi. Başka bir kelime bulamıyorum. Türkçemin yetmediği nadir anlardan biri.
Uzun zamandır buralarda olmadığımı fark eden ve yazdıklarımı özleyen birkaç kişi oldu. Onların hatrına bir aylık anlatmama durumumdan çıktım. Anlatmaktan yoruldum. Daha başka nasıl açıklanır bilmiyorum ama anlaşılmadığını bile bile niye anlatır ki insan? Ben yıldım. Bir şey sinirimi bozduğunda hemen yazmaya başlardım. Bıkmadan usanmadan yazardım. En nihayetinde gördüm ki yazdıklarım kimseye bir anlam ifade etmiyor. Ben de bıraktım. Kendi içimde kendimi yemeye devam etmek daha kolay geldi. Nitekim kolay da. Kimse abuk subuk fikirleriyle canımı sıkmıyor. Ama daha yalnızım. Beni yıpratan insanları hayatımdan çıkarınca veya iletişimi kesince duvarlarla konuşur oldum. Ailemin de anlayışlı yönünün sınırları olduğunu keşfettim. Onlara göre bazı korkular “saçma” etiketi altında görülüyor. Bu durumda benim hayatımı alt üst eden korkular da saçma etiketiyle damgalanıyor. İnsan neden telefonda konuşmaktan, dışarıda yemek yemekten, sokakta yürümekten, hocasına soru sormaktan, (en basit ve ilk aklıma gelen örneğiyle) öğrenci işlerini aramaktan, diğerlerinin gözünün içine bakmaktan, kalabalık karşısında konuşmaktan korkar ki? E saçma değil mi? Mantıklı olduğunu savunmuyorum. Benim burada söylemeye çalıştığım şey, saçma görünmelerinin benim korkmama engel olmadığı. Ancak ne aileme ne de çevremdeki overdose sosyal insanlara bunu anlatabildim.
Kendimi anlatmayı bıraktığım dönemde güzel şeyler olmuyor mu? Olmuyor arkadaşlar. İnsanın hayatının hep ve tam anlamıyla inişte olduğu bir dönem varsa, o dönem bu dönem. Hayatımın yukarı doğru gittiği bir dönemini göremediğim için inişin düzlüğe çıkmasına da razıyım. Ama o da olmuyor. Tertemiz bir düşüşteyim. Geçenlerde sohbet arasında espiri olsun diye psikolojik rahatsızlıklarımı saydım. Baktım, elimdeki parmaklar yetmiyor. Akşam odama çekilince gözlerim sızladı, burnumun direği yandı. Ama ne kadar beklersem bekleyeyim gözyaşları gelmedi. Yatağımda oturup öylece duvara baktım. İç sesim, “bunca yükü sırtlandın iyi hoş da nasıl devam edeceksin yola?” diye sordu. Son zamanlarda iç sesimden başka kimseye kendimi anlatmadım. Gerçi bu kez ona bile bir cevap veremedim. Yalnızca ismini koyabildiklerim bile on taneyi geçiyorken isimsiz rahatsızlıklar ne olacaktı? Odamın karanlığına sığınırken “bataklıktayım” diye düşündüm. Bataklıktaydım ve elim yüzüm balçığın içine batmış hâlde nefes almaya çalışıyordum. Balçık beni yutmuştu. Belli ki en dipteydim. Ama bir türlü pes etmiyordum.
İnsan kendi kendine kalınca birçok şeyi fark ediyor. Haberleri izlerken duyduğum yürek sızısını ve sosyal medyada yardım çığlığı atan insanları gördükçe ağrıyan başımı daha iyi fark ettim. Elimden hiçbir şey gelmiyormuş. Bunu fark etmek bana ağır bir darbe oldu. Elim kolum bağlı televizyonun karşısında ağlamak. Bundan başka yapabilecek hiçbir şeyim yokmuş. Tek başıma dağları bile delebilirim, diyordu on yaşındaki ben. O zamanlar kendime daha çok güvenirdim. Şimdi, üstünden yıllar geçmişti ve ben, aynadaki yansımama bile yardım edemiyordum. Kaldı ki dağları deleceğim. Çocukları pek sevmiyorum. Yine de çocuk olmanın aptalca ama muhteşem bir yanı var. Çocukken hepimiz Yenilmezler takımının bir üyesi gibi cesur oluyoruz. O zamanlar fobilerin ismi yükseklik ve karanlık gibi basit şeylere indirgeniyor. On yaşlarındayken kimse durup da “anksiyetem var” demiyor. O zamanlar hiçbirimiz ismini bilmiyorduk. Derinlerde büyüyen yaralarımızın farkına varamayacak kadar uçsuz bucaksızdı hayallerimiz. Doğal olarak yaralar büyüdü, kanadı, biz dikiş atmaktansa o yaraları daha fazla kanattık. Büyüyünce acının da hoşa giden tarafları oluyor. Kendi kabuğuna çekilip acılarına sarılabiliyorsun. Acıdan zevk aldığımdan değil. Bu dünyada samimi hissettiren tek şeyin onlar olmasından.
Yalnızlığın gölgesi altında kitap okuyarak ve film izleyerek geçirilen günler bana çok şey öğretmedi. Elbette bir şeylerin farkına vardım ama hayatımın dersini filan almadım. Neden yalnız olduğumu idrak etme fırsatına eriştim. Çevremdeki insanların hiçbiriyle aynı acıları ve aynı dertleri paylaşmıyormuşum. Böyle insanlarla iletişim kurmak imkansız zaten. Hayatıma nasıl dahil ettiğime bile şaşırıyorum. Üstelik, bu insanları daha yakından inceleyince hayatlarının herkesi fazla ilgilendirdiğini düşündüklerine şahit oldum. Kim ne derse desin, hayatımda nefret ettiğim insan tiplerinden biri de hayatının her ayrıntısından bahsedenlerdir.
Kitap okumanın beni her zaman iyileştiren bir tarafı var. Bu yıl o tarafı bir türlü bulamadım gitti. Düştüğüm karanlığa ufacık da olsa ışık sağlayan tek kaynağım kitaplardı. Artık onlardan da eski zevki almıyorum. Kitap okumak bende yazma isteği doğuruyor ve yazamamak beni çileden çıkartıyor. Son zamanlarda yazmaya yazmaya iyice paslandım. Elime aldığım bütün kitap taslaklarını iki satır ekleyip kenara bırakıyorum. Hayallerimden bir süre önce vazgeçtim ama hayatını bir hayal üstüne kuran insanlarda bu durumun büyük çöküş yaratacağı da aşikar, değil mi? Yeterince çöküş yaşamıyormuşum gibi bir de bu eklendi üstüne. Yorgun ve bıkmış hissediyorum. Yarının ne getireceğini bilemeyiz diyenlere inat, yarının ne getireceğini de görmek istemiyorum. Bana hiç iyi şeyler getirmedi. Akademik anlamda da iyi bir haber alamadım. Uykumdan çalıp emek harcadığım her şeyin görmezden gelindiği bir eğitim sistemini de kabul etmiyorum. Öğrenci olmadan akademisyen olamayacağını fark etmek konusunda son derece kör olan insanları hoca diye karşıma oturtuyorlar. Evet, saymaya iki elimin yetmediği psikolojik sorunlarım olmasaydı belki her şey gözüme daha kolay görünecekti ama mevcut durumda ömrümden yılları alıp götürüyor. Bir diploma uğruna olmayan canımdan gidiyor.
Savaşçı yanımı uzun zamandır görmüyorum. Ya öldü ya da son savaşını vermeye hazırlanıyor. Geçtiğimiz bir yılı bitmek bilmez stresler içinde geçirdim ve nasıl anlatılır bilmem, o streslerin geçtiği bir saniyem bile olmadı. Acılarım ve streslerim bir düğüm oldu, ben de o düğümün ortasında kayboldum. Yön bulma kabiliyetim her zaman iyi olmuştur ama bu düğüm diğerlerinden farklı. Her düğüm bir öncekinden daha karmaşık. Daha sıkı. Boğuşmam gereken onca düğümün içine bir yenisi eklenince ne yapacağımı şaşırıyorum. Sürekli acı çeken insan, bir yerden sonra şaşırmam, diyor. Ne büyük yanılgı. O kadar yaşanmışlığa rağmen aynı acı tekrarlanınca bile canım yanıyor. Kendimle savaşıyorum ama bu, kazanamayacağım bir savaş. Eskiden, iyimser tarafım henüz ölmemişken, bu savaşı kazanabilirim diye düşünürdüm. İyimser olmanın böyle aptalca bir tarafı var. Sizi daima yanılgıya düşürüyor ve sonucu bir avuç hayal kırıklığından başka bir şey olmuyor. Kötümserliğimin böyle bir zararını görmedim çünkü ne hissedersem doğru çıktı. Ne düşünürsem hepsi gerçekleşti. Kötü şeylerin gerçekleşmesi çok daha muhtemel.
Dış görünüşüm de içsel problemlerim gibi beni rahatsız ediyor. Son zamanlarda özellikle rahatsızım bu durumdan. Öyle bir hâle geldi ki bu durum, balkona çıkarken bile yüzümü örtme ihtiyacı duymaya başladım. İki dünya olmaya başlayan bedenimi gizleyecek bir örtü malesef yok. Keşke olsa. O örtünün altına girip ölümü beklerdim. “Bu kadar da negatif olma” diyenler her yerden çıkıyor. Elinde başka bir çaresi olmayan herkes oturmuş ölümü bekliyor. Bu kadar çaresiz olmadıysanız ne mutlu size. Çaresizlik kötü bir şey. Ellerinizin arasında koca bir hayat var ama parmaklarınızın arasından akıp gidiyor, durduramıyorsunuz da. Kimseye de bir şey söyleyemiyorsunuz. “Görmüyorsunuz ama ben ölüyorum günden güne” diyemiyorsunuz. Ne kalbiniz duruyor ne nefesiniz kesiliyor. Ne de röntgeninizde bir sorun çıkıyor. Fiziksel olarak ölmüyorsanız kimse sizi ciddiye almıyor. Şükürler olsun, fiziksel anlamda sağlıklıyım. Ama fiziksel görüntü bağlamında bakacak olursak kafamı duvarlara sürtüyorum. Neyimle savaşacağımı bile şaşırdım artık. Nereye elimi atsam elimde kalıyor. Kendimle mücadele edemiyorum ama günler geçtikçe yitip gittiğimi de kanıtlayamıyorum. İnsan doğası bu yüzden tuhaf. Ölüyorum, diyorsanız ağlamaya başlamaları için kanıta ihtiyaçları var. Kimsenin ağlamasına ihtiyacım yok. İyi bir format lazım bana.
Yazdığım her satırda “bunu anlatmama gerek var mı cidden” diye diye devam ettim. Bana kalırsa yine de anlatmazdım. Her şeyi içime atmayı ve odamın sessiz karanlığında iç sesimle konuşmayı benimsemeye başlamıştım. Ama burada beni okuyan bir kitle var. Bazıları benzer acıları paylaşıyor. Hoş, benim buraya yazmaktaki ilk amacım insanlara ulaşarak bir kitle edinmekti. Yazarlık sürecinde bir kalabalığa ihtiyaç duyacaktım çünkü. O hayali de yaktığımıza göre yazmaya bir sebep kalmıyor. Yine de buraya gelip uçurumun kıyısında duran insanlar varsa diye söylüyorum: Bunca ümitsizliğin içinde ölmeyi hiç düşünmedim. Hayatıma son vermeyi. Hayal etmiyor değilim ama hikayenin devamını görme ihtiyacı hep daha ağır basıyor. Amaçsız, hayalsiz, ümitsiz yaşam insana bir gelecek vaadetmiyor. Bunu kabul ediyorum. Ama içimdeki çocuk, yıllar önce yaşama sevincini yitiren çocuk, ümitlerini gömdüğü yerden çıkarmak istiyor. O günün geleceğini umuyor. O çocuğun elinde bir tek bu kaldı. Bunu da elinden almak istemiyorum. Aynı durumu yaşayanlar için söylüyorum bunları. Yaşamak güzel şey değil belki. Hatta bazılarına cehennem. Ama yaşamanın da asıl amacı hayatta kalmak değil mi zaten? İlle de tat alacağız diye bir kural yok. Hayatta kalmak bile benim başarım. Artık bir hayat kaldıysa.
Buraya kadar okuyanlara teşekkür ederim. Temmuz da silinip gitmeden önce bir şeyler yazmak eski bir dostla karşılaşmak gibi hissettirdi. Buruk ama tatlı. Yorumlarda buluşalım. Sevgiyle kalın derdim ama sevginin de beş para etmediğini öğrendim. Kendinizle kalın. Kendinizin güçlü tarafıyla. Hayatta kalın. Elimizde bir tek bu kaldı.