Gözünün Ucundakini Görmek

Gözünün Ucundakini Görmek

Onun beyni çok bulanıktı, biran düşüncelere dalıyor biran çıkıp nefes alıyordu. Günün birinde ise tüm düşüncelerinden ardını dönüp uzaklaşabileceğini umuyordu.

Hayata kafa tutmuşken haber üstüne haber alıyor ve her defasında daha fazla bakıyor daha fazla dalıyordu karanlığa… Titrek bir kararsızlıkla ağlamaya başladı yine, kendinde çözemediği bir dert vardı atamıyordu kalbinden bir türlü belki de en büyük derdinin dertsizlik olduğunu unutuyordu yine. Uzun zamandır kendinden gittikçe uzaklaşıyorken karaya vurmuştu yüreğini, batıyor gibiydi… Hayat giderek ağır bir valiz olurken kendini soğuk bir halıya yaslamış uzanıyordu. Nereye baksa kendini görüyor ve sinirleniyordu çünkü her yer belirsizdi karmakarışık bir uçurumdan nereye atlasam diye bakınıyordu. Nadiren yemek yiyordu günde tek öğün yemenin azizlik olduğunu biliyordu. Yine de kasları daima belirgindi. Tam bir erkek olmasına rağmen içindeki çocukla el ele dolaşmayı ihmal etmiyordu. Kendine sürekli sorular sormasına rağmen cevap bulduğu pek bir şeyi de yoktu ama usanmıyordu zamandan alınacak çok şeyi vardı ona çok borç vermişti; artık yalnızlığına yönelip usta olabilirdi, yönetebilirdi kendisinde var olan yerli halkı, sadece bilmesi gerekenleri masaya taşımalı her geçen gün bilgilerini bir vazoda sulamalıydı. Olmuyordu, çevresinde çok çeldirici varken yapamıyordu bir türlü, okuduklarını hatırlıyordu, dünya ne kadar küçüktü halbuki.Gitse nereye giderdi bilmiyordu ama bir şey vardı ki kesinlikle unutmak istemiyordu kendisi çok orijinaldi.

Gözünün Ucundakini Görmek

Gitmek istercesine aynaya baktı ve duraksadı yine kendisini, tanıdık arayan bir ifadeyle izleyen bu adama uzunca takıldı ve sokağa çıktı. Bugün çok güzel bir gündü. Olması gerekenden güzel ve her zamanki gibi, kaderini yaşamak isteyen zavallı gönüllü insanlarla örülüydü caddeler. Çevreden yine uyarıcılar geliyordu; anlık mutluluklar ve hüsranlar duyabiliyordu. Gökyüzündeki tanrının hiyeroglif yazısından bir şeyler çözmeye çalışıyordu her zamanki gibi ama güneş tüm oyunları bozuyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu, o beyninde volta atıyordu…

Çözemediği şeyler vardı kafasında gerçekten seviyor muydu bu dünyayı ? Yoksa sadece yaradılışın sebepsiz bir tohumu muydu ? Kararsızlığa düştüğü bir vakitte, alay geçilesi bir insan arardı; işi de o kadar basitti ki… Sebepler verilmişti kendisine, gülümseyişinde gizliydi şeytanın tılsımı. O tam bir dervişti, kendine esasından vazgeçecek bir asıl ararken bulurdu her seferinde kaçkın düşüncelerini fakat sinirlenmiyordu. Dirençsiz bir akım olurken gözleri gördüğü her şeyi iletiyordu, kahverengi bir göz titreyişiyle damlaları biriktiriyordu, karamsar sığınaklarında çay demleyen soyut arkadaşlarına. Ne olduğunu bilmeden, nefes alırken zamanda kendisiyle yarışıyordu. Durdu bir an ! Düşündü, bırakacaktı zamandan çalacağı o vakitleri, boşluğa bir yumruk çıkarıp hayatı devirmeyi deniyordu, bir şeyler eksikti, kendisinden koparılan parçaları düşünüp artık oyunu oynamayı bırakıyordu. Bu bir aslanın av peşini bırakması kadar üşengeççe gelebilirdi fakat asillik değil miydi üşengeçliğe en yakın olan. O’nun yapmaya çalıştığı şey aslında basitti, O oynamıyordu, bırakmıştı. Dış hayata karşı üşengeç, kendi evinde hiç durmadan çalışan bir sincap oluvermişti.

Kaleminde gizli cümlelerini yanına alıp kağıdının peşine düşmüş bir aşıktı artık. Denizlere taş fırlatacak tek çocuktu dünyada, olmaya çalıştığı şey hiç kimsenin olamayacağı şeydi, “o bir kendisiydi…”

Gözlerine baktı sonraki sabah aynada. Ne kadar da soluktu öyle, yaşlanıyor olmalıydı. Ama öyle olması gerekmez miydi ? Neden gitmek istemezdi ki insan bu dünyadan ? Neyini severler hayaller kurmanın ve gerçekleşememesinin, fakat cevabı basitti; tek bir hayalin gerçek olması umuduyla katılır insan, insanlığa…

Onu bu zamana kadar çok üzdüler, gerekli olan tek şey bir nebze huzur değil miydi ? Kendine bakıyordu gökyüzündeki kuşların gözlerinden, ellerindeki çizgilere dalıp ırmaklarından kendine akmıştı tek saniyede. Saygı yoktu, aşk vardı, güven yoktu, umut vardı, şans yoktu olasılıklar vardı…

Dışarıda, o şairlerin anlattığı türden bir güneş açmış her yerde böcek ve kuş sesleri… yağmur sonrası bir telaş başlamıştı hayvanlar aleminde herkes bir yerlere koşturuyordu.. Karıncalar, ağustos böcekleri ve insancıklar… Eski serüvenlerden bir parça bulmuştu evinin bir köşesinde;

”Hayaletlerle dolu bir şehirden gökyüzüne sarıldım bugün. Bıraksalar gelirdim gözlerinde uyur rüyalarına doğardım sonra kapatırdım geçmişe gözlerimi seni görebilme umuduyla yeni bir günü beklemezdim bile an ve an yaklaşırdım sana tek bir gülümsemene ihtiyacım var! Ben sana söyleyemediklerimdeyim bak bana hisset ellerimi yok değilim ben aslında bu kelimelerde gizli ve gözlerine bakarak gülümsüyor geleceğim ve geleceğimiz bir gün sen ol derken ellerimde güllerimi yanaklarında öpücüğümü eksik etmeden. Bugün, rüzgarda savrulan ve denize atılmış sana doğru sonsuza sürüklenen bir tekneyim. Kollarım sana kürek çeker şu gelecek denizinde, limanlarım adını taşıyor yollarım güllerini kadehlerim aşkının doyumsuz şerbetini ve ben seni taşıyorum bugün, yarında isteyeceğim gibi ellerine dokunabilmeyi arzulamakla geçecek bir gündeyim…”

Kime yazdığını bile hatırlamıyordu… Yırtıp attı…

 

Gözyaşlarıyla başlamıştı kendi sağanaklarına avuç açmaya.. Camın arkasındaki güzelliğe.. Evet aldanmak hoştu onun için, bir duvara dayanırmış gibi; bedenini, ruhunu bile teslim etmişti dünyaya. Şimdi durup düşünmenin zamanı değilse de yapmaya başlayacağı şeye ne kadar uzak olduğunu birinin hatırlatması gerekti.. Bu yaradılışın cahil yüzünü defalarca kanıtlamış olsa da tekrar edilen hatalara dönecekti her seferinde… başa, başladığı yerde ne olduğunu bilmesi için bir saniye olduğu yere bakması yeterliydi, aslında bu düşünce karışımındaki sadelikti. Hiçbir şeyin her şeyine erişmiş olmanın mutluluğu ne kadar yumuşaksa, bu düşünceler, her şeyiyle gelmiş sert bir tokadın sadece on dakikalığına hatırlanacak olan kısmıydı. Unutmaması gerekliydi! Pişmanlık, alınan kararların, tecrübenin unutulmuş olmasıydı.

Hayat iki türlüydü onun için, ilki; karşısına çıkacak her türlü bilgiyi hafızasına kazımak ve unutmadan devam etmek, diğeri ise ertelemekti. Sonraya bırakmak ve çok uzun süre bilgiyi kaybettikten sonra yeniden aramaktı…O ikinciyi seçmiş olmanın pişmanlığını yaşamaktaydı.

Rüya görüyordu bu sabaha karşı belirsizce bir yüz ona şöyle fısıldıyordu:

” Ateşlerde yaşamak bu dünyanın en büyük yürekliliği… Yağmuru alıp götürseler benden, olsun ben doğru taraftayım su akar beni bulur derim, bir ürperiş sarar bedenimi güzel bir ürperti bu, korkusuzca hakimce bir yolda kendimi bulmuş oturtup muhabbete girmiş gibiyim şuan,ne güzel bir şeymiş güzelce yaşamak, o ahlak kurallarını ezberlemeye gerek kalmadan yaşamak bilmek doğruyu…

Küçük çocuklara delikanlıdan büyülü bir mektuptur bu olanlar, baksana nasıl da sardı zihinleri bir dinle ardından ağlayan güzel insanları bir düşün dürüstçe yaşamış olmanın huzurunu. Hangisi karşılar uyuyan çocukların olmak istediği yerde olmayı bir peri masalına dalıp diğer kapıdan sertçe bir çıkış yapmayı bir düşün hayallerini ne uğruna feda ettiğini sana söyleyen seslere ne kadar ihtiyacın olduğunu. Yanlış olan ne varsa hayatında at bir gör bakalım sen fırlattıkça mutluluk ne kadar da hoş bir rüzgar olarak yüzüne vuracak,bir gör gerçeklerle yaşamak hayallerin en güzeli olacak mı bir dene de gör…”

Sırdaş birisi değildi, neredeyse hiç bir şeyi anlatmıyordu bu ise zeki görünmesi için gerekliydi. Herkes şimdiye kadar ona ne için yaşadığını bulmasını söylemişti, evrende ne için bulunduğunun anlamını.. fakat kimse bilmiyordu. O sırrı çözmüştü; artık bir şeyleri aramakla vakit kaybetmiyordu olabileceğinin en iyisi olmaya çalışıyordu sadece. Bedenen ve ruhen kendi portresini çizmişti. İnsanlar sadece volkandan habersiz onda yapılar kurmaya yelteniyordu…Kendi kültürünü yaymıyordu onunla övünmüyordu da.. sadece kendisine dek süregelen mirası almayı reddediyordu. Böylece kendi tarzını yaratmıştı ve hayat, kendiliğinden ona rolünü vererek ona kim olduğunu söylüyordu.

Şunu çok iyi öğrenmişti artık: Hayat, öğrendiği her şeyi yeniden öğrenmesiydi…

Uyanmıştı, hiçbir ses yoktu evde, saat 04.00’ı gösteriyordu. Büyük bir suçlulukla bakındı etrafına. Bir şeyler oluyordu, hiçbir şey tanıdık gelmiyor aksine hayal etmesi için malzemesi de kalmamıştı beyninde. Belki de dışarıya çıkmasının tek sebebi de buydu, cephane yükleyip evine geri dönmek, “çok şüphe çekiciydi kendisi için.”

Neden kimsesi yoktu, resimler neredeydi, geçmişte bıraktığı birkaç gönderilmiş mektup taslağı ve kitaplar haricinde hiçbir şey onun değildi sanki. Bir çıkmazdaydı.

Bilmesi gereken öğretilere bakındı. Okudukça kendini buluyordu sanki. Evinin camlarını açtı, yüzüne dokunan tabiat anaya küfreder gibi geçen bir kargaya gülümsüyordu gözleri. Kendisini tanıyamasa da o, aslında herkesi tanıyordu. Bir kaçıştı bu, bir gelişim, evrim…

Aklıyla baş başa oturdu ve herkesi unuttu bir an ve yeryüzü bahçesinde kıyamet çiçeklerini kokladığını biliyordu. Yazgısının ne olduğunu arayarak ömür tüketen yolcular, gittikleri yere kafalarını bile kaldırıp bakmazlarken, çok hiddetli görünüyorlardı; ezdikleri her çiçeğin gözünden. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi koruyorlardı nefretlerini. Kimisi kusar yalnızlığını oturduğu yere fakat bilmez ki bir kral daima tektir tahtında ve bir o kadar da kastedilir canına ama o,yukardan bakmadığından basit görünür insanlara küçük görünür, tek güzelliği gözlerinde saklı ışıltıdır artık, biliyor olmanın tılsımlı değneğindedir bu satırlarda gezinirken…

Yine başlamıştı müziğin mistik öğretisi ve felsefesi. Suya dokunup sakinleştiriyordu dalgaları; kapatırken gözlerini, karanlığa kadeh kaldırıp şarkı söylüyordu ve daha öncesinde duyulmayan bir ses arıyordu; tozlu raflarında geçmişin. Okşuyordu saçlarını geleceğinin büyüsüne aldanan her çocuk yüzlü cümlenin. Hiç durmadan akıyordu kan ve o daha da güçleniyordu mahşer için. Açmıştı gözlerini şimdi ve hiçbir şey yemeden yaşayabilmeyi düşünüyordu , zihninin sokaklarında çadır açmış bir direnişe katılıp her hücresine isyan ediyordu.” Kim bilmek isterse, yeniyi arıyordur; bu yüzden gerekli değil midir eskiyi öğrenmek? ”

Yola düştü bugün,geziniyordu, dünyanın herhangi bir yerinde ve bu kocaman toprağı nehirmişçesine deliyor ve zihninin deltalarını toplayıp varabilmeyi umut ediyordu denizlere. İbadet etmek öğrenmekti , bilmekti her şeyi, bilimi, ahlakı ve doğal güzelliği. Böylece yaşayabilirdi felsefe, bunun bir sonucu olarak doğardı düşünce ve sıra kendisine geldiğinde konuşabilirdi, tek bir cümlesiyle sonsuz olabilirdi. Geçebilirdi bir gece birinin aklından ve sevilebilirdi bir zümre insan ya da karşı cinsten bir gönle akıp dolabilirdi sözleriyle. Bedeni ise sözlerinin muhafızı kesilip gözleriyle güzel edebilirdi söylediklerini, kaşlarının gölgesinde açabilirdi ruhunu görmek isteyene ve elleriyle dokunabilirdi sözcüklerine, tutup bırakabilirdi avuçlara,silebilirdi yapmacık gülüşleri,çaresiz bırakabilirdi dilleri,uykusundan uyandırabilirdi sevgileri tüm sessizliğiyle…

Peki neydi en büyük amaç ? Hedef tüm dünyaya savaş açmaktı. Ömrünün sonuna dek her şeyle savaşmaktı. Kıskanılacak bir hayat yaşamak ve karşısına çıkan herkesi ezmekti. Bu amaçta dost ve düşman kavramları yoktu, sevmek ve sevilmek de, hayattan bir beklentisi olan değil, sonsuza dek bekleyendi hayatı, herkes seyre dalmışken o; izlenmeyi bile reddediyordu.

Kalbine saplanan bir şeyler ona yaşadığını hissettiriyordu. Acı çekmesi gerekliydi acının içerisinde saklı kalan tohumları ekmesi gerekiyordu yüreğine, gitmesi gerekiyordu dünya cennetinden, güzel olandan ve kendisini sevenlerden. Ay ışığına karışması gerekiyordu, geceleri okuyup anlaması gerekiyordu, her şey biter bitmez zihninin çöllerinde su aramaya çıkmış olması gerekiyordu.

Her insanın olduğu gibi onunda zora düştüğü anlar vardı. Yalnız kalıpta bir türlü sığınamadığı mağaraları hatırlıyordu şimdi, insan sıkıntıya düştüğünde bir şeylere sığınıp bir süreliğine zaman kavramını soyutlamalıydı. Durup düşünmeliydi, nereden başlamalıydı, yine sıkıntıdaydı zihnine takılan o şey gittikçe bulandırıyordu beynindeki ırmakları. Kaçmayıp yüzleşse, belki karar alabilirdi fakat yüzleşeceği şey ona sırtını çevirmekteydi. O yüzden sığınmalıydı bir süreliğine yabancı ordulara, döndüğünde ise problem kendiliğinden çözümlenmeli ya da dava zaman aşımına uğramalıydı. Eğer hala devam ediyorsa, duruma tam bir müdahale edip savaşmalıydı ve bu savaşta kan dökmekten ya da yara almaktan korkmamalıydı ama şimdi ilk basmaktaydı ve öylece durmuş dünyaya bakıyordu. Sadece huzur görüyor ve uyuyordu, bir bebek kadar dertsiz ve sessizce…

İnsanın iftihar duyması gereken tek şey kendisidir, diyordu. Hayatı boyunca kendisiyle savaş içerisinde bulunan birisi ne fikirlerini ne de fiziksel özelliklerini, başkaları için örtbas edebilirdi. Kendisine gereken değeri vermezse başka bir insanın kölesi olabileceği gerçeğini gayet iyi öğrenmiş olmalıydı.

Hayat ne şekilde gelirse gelsin o, hazır olmayı istiyordu. Kocaman bir düşünceyi ağırlıyordu ellerinde. Gerçeği kendi lehine çevirebilmesi için sadece kendisi yeterliydi. Zor durumda kaldığında tepkilerine hükmedebilirdi, çünkü bu kendisine güvenmediğinin göstergesi olabilirdi. O, kendisine güveniyor ve halledemeyeceği tek meselenin kendisine ihanet etmek olduğunun da farkındaydı.

Sabah uyanmıştı. Öylece aynaya bakıyordu. Belki de diye düşündü; Bugün özel bir gündür belki de sıradan bir gün daha değil. Her gün bıkıp usanmadan şans oyunları oynayan talihsizleri düşündü, her gün aynı rakamları oynayıp günün birinde çekilişi kazanan adam, belki de kazanmasının tek nedeni her gün tek bir şeyi istemiş olmaktır diye geçirdi içinden.. Kendisi de bu günün değerli olabileceğini bu yüzden düşünmüş olmalıydı. Hemen aklına ilk gelen şey kendisinin büyük bir deney olduğu ve eğer bugün istediği her şeyin kabul olacağını bilseydi ne yapıyor olduğu sorusu üzerine düşünmeye başladı. Sonuç ilginçti, sadece kendisi olmak istiyordu, yaşama anlamının farkına varabilmeyi ve ne için mücadele etmesi gerektiğini… Kim bilir belki de her gün bu gerçekleri tekrarlarsa günün birinde anlamı çözebilecekti…

Yapabildiklerinin yapamadıkları yanında ne kadar da önemsiz olduğunu keşfetmişti. Akşamdı, eve henüz gelmişti. Tüm gün çalışmıştı, borçları vardı, dünyevi masraflarını karşılamak için bir süreliğine bedenini onlara bağışlamalıydı. Yaşamak için yaşatmalıydı birilerini. Bu döngüyü küçük yaşta kabullenmişti fakat kızmıyordu bu kızılacak türden bir olgu değildi; çünkü insanoğlu henüz bunu aşabilmiş değildi, sevmedikleri mesleklerde çalışan zavallı insancıklar ne kadar da fazlaydılar. Hiç birinde öfke yoktu kazanacakları parayı düşünerek geçiriyorlardı günlerini ve harcarken bu günleri unutarak… “O bir hafıza avcısı; insanlar ise bu avcıya karşı koymaya çalışan bir tür bilinmeyendi.” Hepsi x kişisiydi ve x olmadıklarını, ayrı yaratıldıklarını düşünen zavallılar da bulunmaktaydı.

Kaçabilmişti artık. Hükmetmişti geleceğine bunu hissedebiliyordu. Uzaklaştırabilmişti herkesi, gittikçe daha da ilerliyordu periler diyarına, şunu çok iyi anlamıştı artık; o kapıdan tek başına geçebilirdi ancak geri döndüğünde karşısında kocaman bir dünya duracaktı: gürültüler, yalanlar, dedikodular ve kıskançlıkla şekillenmiş konuşmalar…

Beyninin semboliğini çıkarmaktaydı. Gerçek bir hayattan çıkıvermişti apansız, nereye gittiğini o da bilmiyordu. Küsmüştü güneşe, ağır ağır karanlığa yönelmişti. Korkularınızın üzerine yürüyün diyen insanların asıl korkulan olduklarını hiç düşünmemişti. Ruhani bir savaş vermekteydi kendisiyle. Delirmiyordu; sadece bu defa aptal taklidi yaparak kendisini kamufle edebiliyordu.

Geceler sessizdi, bir miktar müzikle makyajını tazelemesi için gökyüzüne bir şans daha vermişti. İçinde saklı cennetin farkına varabiliyordu giderek, yüzünde kocaman bir ay parlıyordu. Biliyordu ne için var olduğunu, artık hiçbir talihsizlik kendisini bulmuyordu, anlamların en büyük anlamına yakın olduğunda uzaklaştı tüm kararsızlıklardan, bilmediği bir şey vardı, yerli bir ahali toplanmış kendisinde keşifte bulunuyordu. Onda buldukları şey ise, kendilerinden hiçbir zerre olmadığıydı…

Çok beklemişti. Hayat ona bir görev vermeyeli yirmi küsür yıl olmuştu. Artık beklemeyecekti, gidecekti. Keşiflere akın edecekti. Kendisine sevmediği bir görevin verilmesini beklemektense, kendi görevini alıp, uğruna değecek bir amaç uğruna dimdik ve şerefli bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Yolun sonu erken bir ölüm olsa bile, ne de olsa ölecekti… Bir gece gökyüzünde hilali bulduğunda da böyle hissetmemiş miydi ?

En büyük mutluluk, tehlikeli olanın üzerine yürümekti. Giderek safları belirmekteydi ve o kendisi gibi düşünenlerin ilki ya da sonuncusu değildi. Tarihin orta kısmında kalmış, yaşadığı yüzyılın tekerrür eden farklı bir yüzüydü sadece. Aynı sözlere ve gülüşlere aldanmış bir ruhun, dünya üzerine yeniden dönüşüydü. Çabuk öğrendiği şeyler hep önceki yaşantısından kalma anılar gibi birer birer yuva kuruyordu beynine.

Gün ağarırken dışarıyı izliyordu penceresinden. Tüm o sihiriyle güneş kaybolurken son bir gülümseyişle veda ediyordu. Yalnızdı. Giderek daha da keskinleşiyordu amaçları. Dünyayı dolaşabilme hayalini hatırlıyordu artık. Vazgeçmişti her şeyden. Kendi yöresel yemeklerini yapıp, bir ömür belirli bir gelirle yaşabilirdi. Bu onu mutlu etmeye yetiyordu. Şeytanın hangi gözlerde olduğunun bilincine varmıştı artık. Şimdi güneş kaybolmuştu ve karanlık çöktüğünde o, artık kendisini geliştirebileceği kitaplarına misafir olmak istiyordu.

Gelişim için gerekli ne varsa o alana yoğunlaşıyordu. Çalıştığı işe bile bu amaçla girmişti.Ona göre sosyal iletişimlerin fazla bulunduğu sektörler insan araştırmalarının kalbiydi.Arkadaşları ile kısa sohbetlerde bulunurdu.İyi bir gözlemciydi.

Cildi temizdi.Bunun için yıllardır şekerli,yağlı ve baharatlı gıdalardan uzak durmuştu.Fizik ölçüleri herhangi bir erkek mankeni aratmıyordu: Sadece göbek bölgesi inceyken basenler ve omuzları yerindeydi…Kilo aldığı bazı dönemleri olmuştu. Bu sorunu fazla erzakla yüklü bir gemiye benzetiyordu; gemi hızlansın ve yelkenleri parlasın istiyorsan yeni konteynır alma ve içeridekileri tüketmeye başla, beden gaz,su ve yağ kaybettikçe hafifleyecek daha sonra günde bir konteynır alarak sadece ihtiyacı karşıla ve konuyu kapat.

Fakat yüzünü değil kafasını seviyorlardı. Zengin olmasının nasıl gerçekleştiğini bilmek ve nasıl bu kadar çok bildiğini öğrenmek istiyorlardı.Neye inandığını ne yediğini ne içtiğini bilmek… Halbuki o bu hayatı evinde olduğu saatlerde içiyor ve bal yapıyordu. Kendisine yakıştırdığı geleceği henüz perdeliyordu.Evet evrenin tozunun peşine düşen o adam doğru söylemişti, Hayal gücü bilgiden önemliydi…

Gerçeği biliyordu, su geçirmez bir toprak değil direkt sarp kayalıklardandı. Yıllardır eskimiş yeşillenmiş fakat konuşmayan…Karşısındakileri konuşturabilirdi, tam bir sosyallik abidesi, cümleleri çekip alan bakışları uzun sohbetlerde farklı yerlere dalan kaçamakları vardı .Herkes gibi o da aşık olmuştu eskiden.Unutamadığı birkaç yüz vardı aklından silinmeyen,gördü mü ruhu çekilen… Ama o kaçmıştı, savaşmadan zırhını meydanda bırakıp atına binemeden uzun yolları aştı. O yollarda bir sürü benzeri vardı. İşte o zaman farklı bir acı olmadığını ve çözümünün de hep aynı olduğunu anladı… Aklında o unutulmaz sözlerden biri, belli belirsiz kendisini hatırlatıyordu; “Savaştan kaçmak yoktur sadece daha güçlü olana dek geri çekilmek vardır…”

O belki günün birinde kendisinde olan her şeyi dışa vurabilirdi. Tabi bir başka aleme yolcu olmadan bu aleme gerekli hesabı verebilmek önemli olsaydı… Bir şeyi ortaya çıkartan ve yapan küçük seçkin bir grup, bir şeyin yapılmasını seyreden büyükçe bir grup ve neyin olup bittiğini bilmeden yaşayan ve böyle göç eden büyük bir kalabalık.Dünyadaki insanları üç gruba ayıran bu adam ne de doğru söylemişti. Aslında dünyadan sonsuza her şeyin insanda saklı olduğunu ve duygularımızın bu anlamda evrendeki konumumuzu belirlediğini en gizemli şeyin ise neler yapabileceğimizi henüz bilmiyor oluşumuzu söyleyen küçük seçkin bir grubun varlığı bu dünyayı yaşanılır kılıyor diye geçirdi içinden.

Karanlığı ve bilinmezi hiçbir zaman yenememişti. Bu yüzden artık bilinmezliğe nokta demeye başlamıştı.Ama vazgeçmeyecekti, vazgeçtiği an kalbi duran bir saat parçası olacağını kendisi de biliyordu.

Bir gece yine uyandı birden gözlerini açmıştı odasına hafif bir ay ışığı sızıyordu bir yerlerden kalbi sinsice attığını fark ettirdi iki göz evinde uyanıp gözleri sağına soluna bir şey arıyormuş gibi bakındı fakat bu iki saniye kadar sürdü çünkü beyni anlamıştı bile, birden üzüldü gözleri düştü ama o farkında olmadan yapmacık bir kalkış yaşadı ve ilk bacaklarını çıkardı yatağından ev soğuktu üzerinde bomboş bir hafiflik vardı. Bir bardak su içmek için doğruldu ayağa kalktı gecenin en çıkmazıydı büyük dalgalar vardı aklında simsiyah soğuk, ürperti dolu çirkin bir karalayış, bir hayal kırıklığı mutsuzluğun en pisliği,sabah işe gittiğinde göreceği makyajlı kadınları düşündü bu denizi bir anlığına aklından çıkarabildi fakat kadınlara da düşkün değildi ki çünkü biliyordu; Bazı kadınlar vardı ki eğer seversen körler ve sağırlar diyarına göçersin, toprağın yedi kat altına…

İki yudum su içti sonra sıkılıp bardağı kenara itti. Dönüp odasına gitti ve yatağına girdi. Peki şimdi ne olmalıydı ne yapmalıydı her gün işe gidiyordu ve dönüyordu bir markete girip sevmediği şeyleri alıp çıkıyordu. Merhamet arıyordu yollardan, onu bir anlığına kucaklayıp hiç görmediği yeşil ovalara perilerin şarkı söylediği ormanlara götürmesi için… Dünya kendisini sevenlerle doluyken o neden bu kadar itici buluyordu neden ? Herkesin bir aşığı vardı önünde yürüyordu bir çift o ise gölgesine bakınıyordu, bulmaya çalışırken eve varmıştı. Anahtarı çevirerek kapısını açtı.Bu kadar kolaydı ve bu kadar önemi olmayan diye geçirdi içinden. Yine dönmüştü ellerini hemen yıkayıp yemek için hazırlıklara başladı. Yine yemekte sadece kendisi vardı sadece.O şikayet etmiyordu bunun böyle olmasını kendi istemişti. Yıllar önce kalabalık sofralardan alamıyordu kendini, tabakları dolduruyor yanındakilere tuzu uzatıyor uzun uzun şakalar yapıyor etrafındakileri güldürüyordu… Şeytan boş bir zihinde gezinmeyi iyi bilir.Cehalet en büyük düşman ve onu taşıyan o kadar çok omuz var ki diye söylendi içinden.

Sabah yine işe geç kalmıştı. Dünyada ne kadar hoşgörüsüz insan varsa liderlik yapmakta birilerine ya da lider olduklarında mı kalpleri taşlaşır diye düşünüyordu içinden. Patronunun acımasızca yaptığı kovma tehditlerine numaradan -tabi efendim nakaratlarını yineliyordu. Tabi adını söyleyip yanına “Bey” tonlamasını an ve an iyi tutturuyordu.Hep la notasında gidip gelen savunmasından sonra masasına dönebildi.Nefret ediyordu nefreti sürüp giderken aşkı hatırladı.Zaman tekrar başa döner mi insan zamanın dışında mıdır dedi kendine ve alakası olmadığı bu işte anılarını ve hayallerini düşünerek bir gününü daha geride bırakıp evine dönmek üzere ayağa kalktı.İnsanlara baktı herkes planlar yapmıştı.Telefonlar çıkmıştı yine telaşlar o kadar basit heyecanlarla süslenmişti ki.Kadınlar yüzlerini boyamak için aynaları çıkarırken erkekler fermuarlarının kapalı olup olmadığını kontrol etmeye başladılar. Kadının kendi egosu yüzünden kimseyi sevemediği ortadaydı ve ancak alçakgönüllü kadının sevebileceğini biliyordu. Aynı zamanda özgüven durumu zaman içinde değişkenlik gösterebilirdi. Ve kadın rol yapmaya elverişliydi. Sanatın kendisi onlar değil miydi. Bu kavramı, nezaketi, ideal bakışı, modayı ortaya atan… O an anlamıştı; Tüm arkadaşlar her şey vakit kaybı için tasarlanmış birer oyunun parçalarıydı.Dağlarına çekilmek için eve varmıştı kapıdan içeri girdi odasına daldığında kitaplığına doğru bir bakış attı.Macera kitapları yine aynı şaşırtmacalar ve anlamsız uzun hikayelerle doluydu.İyi bir okuyucuydu.Kitapları, ilkin okur daha sonra beyin süzgecinden geçirir hayata dair notlar alırdı.Unutmamalıydı,çünkü insan sürekli hata yapan ve yaptığı hataları sürekli unutan bir canlıydı.En kötü koşullarda öğreniyordu insan, yüzülmesi en zor okyanusta bir parça bilgi öğrenmek için defalarca kulaç atıyor nefesini yutkunuyordu.Tarihi kitaplarını defalarca okumuştu. Artık bilmediği bir olay kalmamıştı eksi x ve artı y arasında insanın anlaşmazlığı, savaşları, barışları ve tekrar savaşları vardı. Ve hala kendisi hakkında olabildiğince cahil hissediyordu kendini. Psikolojiye yönelmeyi düşündü en yakın zamanda tedarik etmek için popüler yazarlardan sipariş vermeliydi. Aklı şu an, eşyaları dağılmış ve taşınmak üzere olan bir yaz evi gibiydi; Gideceğini biliyordu, ne pahasına olursa olsun gideceğini ve yeni bir yere yerleşirken kalıcı olmadığını da…

Bilgi ile önünde kalan en büyük engel insan psikolojisinin karmaşıklığıydı ve insanoğlu hala bunu çözümleyememişti.

Bilgi akla sabitlendiğinde açığa çıkıyordu. Duygulardan arınmış salt bilgi her canlının nihai amacıydı. Bilgi besleyendi.Bilgi kaynaktı.Bilgi her şeydi.Bilgi hızlı okunup hızlı anlaşılan her şeyin özüydü. Zamanın ele geçirilmesi, dünya üzerindeki bilinmezin ve gaibin yolculuğunda, bilgi geçmişinin celladıydı. Mutlu günlerin çanları, bilinmezin açığa çıkışı, bilinenin kodlanması ve çivilenmesiydi. Üzerine düşünülen her şeyin yeniden sorgulanması, sorgulanan her aklın saf eleştirisiydi.Bilgi bildirenin tanrılığı, duyurulanın ise kulluğuydu… Bilinmezlik ise cehaletti. Cehalet, farkında olan için acının kaynağı,farkında olmayan için huzurdu…Kelimeler ürkekçe dolaşan bir yılan gibi aklında sürünürken o da bu gecenin tadında bitmeyeceğini sezinliyordu.Gece yine düşüncelere dalmıştı uyuyamıyor hayatını geçmişini tüm yaşayışı insanı düşünüyordu; Beyni istem dışı düşüncelere devam ediyordu ; Hayat : Birbiri ile bağlantılı milyonlarca bileşenin negatif veya pozitif olma durumudur.Her molekül bir birini etkiler – bu sırada zeka ise kendisini özgürleştirmesi için bedene sürekli istekte bulunur – bu yapıtaşlarından birinin olumlu gitmesi halinde diğerlerinin de olumlu süreçlere girmesi pek kaçınılmazdır.Zemin yapıtaşları kişisel özelliklere göre ayrılır ve tamamen bireyseldir… ve sonunda uyuyabilmişti.

Sabah işe gidiş yolu trafiğin sıklığıyla 46 dakikaya varabiliyordu. Camdan yorgun insanlara bakıp hüzünleniyordu.İnsanlık ne hale gelmişti böyle.Bütün bu trajedi ne içindi.Para mı aşk mı yoksa kayboluş muydu bütün bu ruhları caddelere yığan… Öğrenmişti artık aşklarda barajlar ve diğer insan yapımı binalar suniydi.Herkes sosyal ağlarda aşk yok, neden aşık olamıyorum dercesine tüm gün afili resimler altında karamsar kareler paylaşıyordu.Aradıklarını paylaşımlarında kaybediyorlardı.Ne kadar da önemsiz vakitlerdi, kendi reklamlarını yapan bu insanları gözlemlediği anlar.

İş yolunda küçük bir mezarlık görürdü her gün. Kendisinden önce gelmiş geçmiş insanları hatırlardı. Ne de koca bir ömür yaşamış, sevmiş, kavgalar etmiş, nefret etmişlerdi.Yoktu hiçbiri gitmişlerdi. Halbuki ne de büyük insanlardı. Bir yoksul karnı doyurmuştu her biri,birini sevmiş öylece terk edilmişlerdi. Hayata karşı yıllarca savaşmış bu yollarda gördüğü insanlar gibi her biri işine gitmişti Belki çocukları olmuş onları büyütmek için yememiş içmemiş bugün ise unutulup gitmişlerdi…

Gün insanları tanıma günüdür dedi kendisine; Her biri okunması gerekli bir kitaptı bazıları ise sadece broşür.Ya güneşe borçluyduk yaşamı ya da dünyaya.Ya yemek için vardık bu dünyayı,birbirimizi yiyen mikroplardık ya da bizi yemeleri için olmadığımız karakterlere haber saldık.Ya toprak,deniz kendinde tuttu bizi ya da biz onları ayaklarımızın altına koyduğumuzu sandık.Hiç biri olmamalıydık biz hayatı çok yanlış anladık…

Geliştirilen teknoloji,oyun ve insan hayatını kolaylaştıran her türlü cihaz; diğer yanda geliştirilen bilimsel öğelere karşı bir çizgi olarak ilerlemeye devam ediyor.Aslında bu bilim yolunda milyarlarca insanın elenmesi anlamına geliyor.Bir kısmı giydirilebilir teknoloji,hazır besin, hazır ders ve hazır bilgi olarak yiyici ve tüketici insanlık için hizmete, son sürat devam etmektedir.Bir yandan da zekasını geliştiren bilgiyi hafızada uzun mercekte tutma ve onu işleme kabiliyetini geliştiren kişiler olarak; aklın temelleri, aklın gelişim içerikleri, aklın sınırları, hafıza arttırma,dil öğrenme ve bunun sonucunda diğer dillerde elde edilen verileri anlama, matematik,mantık,fizik öğrenip insan aklının şu ana kadar getirilen yapay zekasına ilişkin sentez yapabilme ve yapay zekaya karşı doğal zekayı geliştirebilme eskisi kadar olmasa da popülerliğini devam ettirmekteydi.Kadın tehlikeliydi, bir o kadar da savunmasız ve muhtaç,ürkek ve zararsız.

Bilgelik yoluna girmişti bir kere. Bu yolda her şeyi bilmesi için değişik branşlarda, değişik kitaplar okuyabilmeliydi. Sürekli branş değiştirmeli, entelektüel bir hayat yaşamalıydı.Çünkü o öğrenmek istiyordu kafasında yer alan her sorunun peşinden gidecek cesareti vardı.Zihninin tarlalarına kitaplar ekiyordu ve görkemli bir kütüphane kuruyordu beyninde; Sanki her şey bir planın parçasıymış gibi. Bu yaşama okumaya gelmişti adeta çok okuyordu fakat az yazıyordu.Minik bir günlüğü vardı,fakat bu günlük, yazılmaya değer çok az anıyla karşılaştı.Orası onun duvarıydı kendi denetleyici kişisel programıydı.İçinde hataları vardı, aslaları, daimaları, belkileri vardı.Umutları olmamıştı bu defterde,pişmanlıkları da…

Günler bazen su oluyor; Bazense kıyıya vuruyordu…

Aklının dağ eteklerinde geziniyordu.Bir kısım toprağına bakındı; “burayı kazmalıyım!” dedi. Yaptığı derin kazılar günler sürmüştü. Giderek daha derine iniyor ve bulduğu çöpler anlamını yitiriyordu. Gece geç saatlere kadar mola vermeden çalışıyor ve giderek daha derine iniyordu. Bu hem ürkütücü hem de merak dolu bir serüvendi.Kazılar sonucu yorgun düşse de sabahın ilk ışıklarında üç şey arasında sabit bir gizil aralık değeri bulmuştu. Renk tonu, Cinsiyete dayalı kişilik pigmentleri, Frekans seviyesi… Hepsinin değeri matematiksel içeriklere sahipti. Kişiliğin cinsiyet tonunda aldığı matematiksel değer olarak ‘milyarda bir’ gibi bir sapmayla insan düşünce sisteminin ana karakterini oluşturuyordu.Tıpkı insan kişilik özünün değiştiği ve karar alma mekanizmasının aldığı matematiksel değerler gibi. Ayrıca burada dikkat edilmesi gereken bir farklı hususta; doğanın rengine bürünen birçok hayvan vardı. İnsan, bu hayvanlar arasında en zıt içeriklere sahip olanıydı. Kendisini kamufle etmeyi yıllar önce bırakan bu canlı, aldığı ten rengine bakılırsa bozkırın o güzel sonbaharında evlerini inşa etmeye başlamış ve bu takvimden sonra doğa ile oynadığı kamufle oyunundan çekilmişti. Bu özelliğe hala devam etmekte olan bazı hücreleri ise, onu içsel bir kamufleye götürüp gizlenme süreçlerini tamamen yalan söyleme ve sahte davranışsal mekanizmalarıyla donatmıştı.

 

Birbirlerine duydukları her aşk özünde bir cinayetti. Her aşkın sonucunda acı çekenleri ve kendisini kurnaz sanan zavallı çiftleri bulunuyordu. Ortalıkta gezinip bencilliklerini ortak bir çatı altında dış dünyaya açan bu zavallılar, üstelik kamufle olma gereği duymadan, yıllarca etrafında nefret duygularını çemberlerinin hemen sınırına almaktaydılar. Her ne kadar sevgi görüntüleri içerisinde olsalar da, aslında; birbirlerini kemiren yaralı hayvanlardan hiçbir farkları yoktu. Ne bir gelişim günü vardı onlar için ne de harcadıkları emeğin bir karşılıkları… Halbuki çok kıymetli birer canlıydı her biri.Ömrünün sonuna kadar yapılmış koca bir deneyin sonunda harcadıkları gayretin gerçek puanını öğrendiklerinde, hayatın yanlış yerlerine çalışan bir öğrenci olduklarını anlıyor ve telafisinde geçen zamanı değerlendirmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Tabi bu, yolun henüz başında olanlar için geçerliydi…

Dünyayı sarsmak için dünyadan olanı istememek en asilce karardı. Zaten bu yüzden “her güne bir öğün” diyordu. Kendi dünyasında yaşıyordu. Diğerleri ise başkalarıyla ayni dünyada. Kendi müziğini yapıyordu bazen, bestelenmiş bazı şarkıları vardı. Evrensel ahlak kurallarının olmadığını varsayarak kendi doğrularıyla yaşıyordu. Kendisini nelerin iyi hissettirdiğini – mutlu ettiğini değil – iyi biliyordu.

Kendi özgün dünyasını oluşturmuştu,herkese göre farklıydı farklı yaşıyordu. Geçmişte yaralarını kendi sarmıştı, kendini iyileştirmenin yollarını bulmuştu. Dünyayı anlamlandırmaya devam ediyordu.Çoğu insan dünyaya farklı olarak gelir, zamanla herkes tarafından dönüştürülür, bazıları ise bu dönüştürülme-asimilasyon zincirinin en tepesinde bulunur ve kendini tamamen kaybederek olması istenen varlığa bürünür ve yaratılışın yegane benliğini kaybeder. Bu kayboluştan geriye dönüş çoğu zaman mümkün değildir.Fakat “o bir başkalaşım insan olarak kendi öz çekirdeğini koruyan nadir insanlardandı.” Bir tür problem oldu ve ona sunulan hiçbir şey aslında işlemedi ve bu küçük sorun onu diğerlerine karşı büyük bir gözlemci haline getirdi. Egolara son vermek ve berrak bir hayat yaşamak onun orta yaşların çok sonunda sahip olması gereken bir özelliği olmalıydı. Tüm kutsal öğretiler bir tarafa dağılmıştı o başka bir yerdeydi. Onlar gibi olmaya çalışıp rol yapabiliyordu ama o başka bir şeydi, bunun farkındaydı, kendi kendine mutlu olmanın sırrına vakıf olmuş ve kendi dünyasını kurmuştu.

Dünyaya kapılmıştı insan; Yemeği, lüksü, giyinmeyi, gösterişi, konuşmayı, anlatmayı, söylemeyi, aşkı, rahatı, sıcağı, huzuru, toplumu, geleceği, umudu, resmi, sanatı, cinselliği vs. her şeyi seviyordu. O , bu sevgileri uzun zaman önce yitirmişti.Gösterilere bayılıyordu.İnsanların birbirlerine, statüleri gereği durdukları noktalar, onları gökyüzündeki yıldızlar gibi ayırıyordu; bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları ise aslında orda yoklar gibiydi. Halbuki insan, başarılı olarak yapılmış bir yaratıktı ve dünyasal her şeyi yapabileceğinin kanıtı da buydu. Aklına çok manidar bir söz gelmişti yine, ufak bir tebessümle içinden geçiriyordu; ” İnsanoğlunun yapabildiği en basit iştir üremek “.

İnsan ile denizler arasında bir çekim olmalıydı. Sular dalgalandı mı insan hırçınlaşır,o yükseldi mi insan yükselir, o sakinleşti mi insan sakinleşir ve o çekildi mi insan da kabuğuna çekilir.Bazen bir tsunamiyle geri döner, kendini anlatır,hikayesini çizer.Dinliyordu hayatı; bir düşüncedir yaşamak, er ya da geç kavuşulacak asla unutulamayacak bir fikir.

İçinde bulunduğu an, o andı. Tabi her zaman böyle olmuyordu. Ama çok büyük bir gerçek vardı ki ‘ insan insanın sevgisine muhtaçtı.’ Hepsi bir bütünün parçaları gibiydi.Artısıyla eksisiyle birbirlerini bütünlüyor, birbirlerinin hayatlarında yer alıyor, sürekli rol değişiyorlardı.Bu durumu özellikle göz önünde bulunduruyordu, biliyordu, bu etkeni göz ardı ederek yaşadığı günlerde psikolojik sorunları artıyordu.Yalnızlık insan kalabalığının ortak kaderiydi ve bu kaderi beraber göğüslemek zorundaydılar.

Yemeğe çıkmıştı. Hava hafif çiseliyor ve kara bulutlar insancıkları hüzün çerçevesine almış o da bu resmi izlemeye koyulmuştu.Her gün bu restorana gelip yemek yiyordu.Her zaman ki kel garson yine ona doğru sipariş almaya geliyordu.İnsanlar birbirlerine karşı iyi geçinmek zorundaydılar. Aksi takdirde oraya girdiğinde kendini kötü hissedebilirdi. Aynı duruma garson gözünden bakacak olursak, o da hayatını kazandığı bu işyerinde daimi müşterileri tarafından hoş karşılanmalı ve bu sosyal anlaşma birinin durumu terk etmesine kadar bozulmamalıydı.Hayatın her alanında insanoğlu bu statüler içerisinde yerleşik anlaşmalar ve bozulmakta olan durumlar içerisinde birbirlerini tanıyor, hafızaya alıyor, kullanıyor ve günün birinde terk edip uzaklaşıyorlardı.

Yolculuğa çıkmıştı bugün; aydınlık bir vadinin yüce evreninde kaybettiklerini görüyordu. Ne kadar da boş bir valizdi bu trene binişleri.Utandı. Sonra yüzünü yaratıcıya dönerek ona baktı birden gözleri dolmuştu, çok içerlemişti. Dünyayı görüyordu çok uzaktan. Her şey o kadar basitti ki tüm acılar aslında kaynağı olmayan yaramaz rüyalardan ibaretti.Gerçek yine kendisini gizlemek için yalanla nikah yapmıştı.Daha bugün duştayken aklına öyle bir şey gelmişti ki, aslında her şeyi tamamen değiştirebilirdi ve yine tek bir cümle olarak hayatını özetleyebilirdi.Ama büyük bir düşmanı hafife aldı ve bu gizemli sırrı ‘unuttu’.

Günler hızlıca geçiyor, dünya dönüyordu, o biliyordu. Zaman azalıyordu, vakit kalmıyordu, giderek boğuluyordu, günler acımasızca her gün aynı şarkıları aynı sözleri savuruyordu. Aslında kaynak olarak o ilk çıkış noktası çok az esas cümle vardı bu hayatta.Sevmek, Şaka yapmak, Ağlamak, Nefret etmek, Görmemek, Unutmak , Aptallığına sığınmak, Akıllı olmak zorunluluğu bunlardan en çocuksu ama en önemlileriydi. Usta sözler pazarlayan erkekler ve gösteriş düşkünü boyalı kadınlar dünyasında bol evlilik yaşanıyordu. Soylarını devam ettirebilme telaşı… bu dünyada hiçbir şeyi kadınsız anlayamayan erkeklerin hazin sonuydu. Ne kadar da yoğun seviyor ve kıskanıyorlardı. ‘Ah zamansız ayrılık’ diyecekleri günler ne de yakındı…

Bugün yine gözlerinden yaşlar akıyordu, anlamsızdı, biliyordu bunlar koca bir ömrün şuana kadar kısmı için akıttıklarıydı. Yükü çok ağırdı, muhasebe tutuyordu. Tüm insanlığın şu ana kadar geçirdiği evreleri, dinlerini, sosyalliklerini, bilimlerini araştırıp bir sonuca varmayı umuyordu. Ömrü yetmeyebilirdi, Zamanı çok azdı. Vazgeçmeyecekti. İzleyip görmüştü, yaşamıştı da, hem dışarıdaydı, hem de içindeydi, görebiliyordu , kulakları iyi duyuyordu, bu oluş devam edecek ve o içeriye girmeyi planlıyordu. Şu an dışındaydı. Biliyordu ; ya içindesindir hayatın ya da dışında…

Devam Edecek…

ErtanTasbek
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Bir Bilinmez Denklem
Sonraki
İlham Alamamak

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.