Bir şeyin doğruluğundan ziyade gerçek olmasına bakacak olursak, gerçeklik, nesnenin temelinde yatabilir yani nesnenin kendisinde. Nesnenin bu tür gerçekliğini kabul edersek, bize uzanan,yansıyan gerçekliği bizi yanıltabilir. Biz algı, anlama konusuna gelmeden, nesnenin kendinde gerçekliği veya bizim nesnenin kendi gerçekliğini yarattığını söyleyebiliriz. (İkincide bir nesneye gerçeklik atfetme olarak düşünebilirsiniz) İkincisinde olmayan bir şeyi mi yaratıyoruz, yoksa nötr durumda olanı mı gerçeklik diye belirliyoruz? Nesnenin gerçekliği derken bizden ayrı bir şeyden mi bahsediyoruz, yoksa bize bağımlı olandan mı? Gerçekliği biz yaratıyorsak, gerçeklik olmayabilirde. Bakacak olursak bir şeyin bize doğru gelmesi, nesnenin gerçek doğruluğundan olabilir veya bizim onu doğru düşünmemizden de olabilir. Tabi ikisi de olabilir ki gerçekten olanda budur zaten. Olan olayları değerlendirirken çoğu zaman karşı tarafı unuturuz, ama aslında kaostan besleniriz.
Bir de şöyle bir şey var, nesneleri veya olayları değerlendirirken, o anki niteliğine göre değerlendirmelisin. Su bardağından yemek yemenin yanlış olması, su bardağının “su bardağı” adı altında nitelendirilmesidir. Onun bir kullanışı, yaşadığın çevrede işleyişi vardır. Olayları değerlendirirken de mutlaklığı katmadan değerlendirmelisin. Kadir-i mutlak denilen, o her şeyden öte, Kant’ın deneyden önce veya Platon’un akledilir olanı işaret ettiği şeylerdir. O mutlak olana ulaşma açısından değil, Dünyadaki olayların yaşanma açısından bakınca, şu anki, yani, nesnenin varolan özelliğine göre değerlendirme yapılmalı. Çünkü mutlak açısından bakıldığında, doğru-yanlış yoktur. Dünyada varolan nesneleri veya olayları değerlendirirken mutlak olana bakarsak arafta kalabiliriz. Doğru olan bu olabilir belki de. Ama zaten o mutlaklığın içinde doğru yoktur. Yani normal yaşantımızdaki bir olayı, mutlak bağlamda incelersek, bir değerlendirmeye tabi tutamayız.
Hayatımızı tek boyutlu çizgi olarak düşünebilirsiniz. Bu çizgide 2 yön vardır. Tabi olaylara göre farklılaşan bir çizgi bu. Biz ise bu çizgide bir sağa bir sola savruluyoruz. Bu çizginin noktaları arasında belli mesafe olsun. İşte bu mutlak olana gidiş, -ister buna gerçeklik isterse ulaşılmak istenen nokta, isterseniz her şeyin nesnel gerçekliği vs. diyin- bu noktanın daralmasıdır. Bu noktanın daralması ve iki noktanın, sizle beraber tek noktaya dönüşmesi mutlak olandır. Dediğim gibi kapalı olan, daralmış olan bu noktadan, açık olan geniş olan, kısacası yaşanılan evrene bakıldığında değerlendirme yapılamaz. Bu demek değil ki mutlak olanın, yaşanılan evrene etkisi yoktur. Böyle bir şey denilse baştan düşüncemize aykırı olurdu.
Aslında baştan beri nesneleri var olma bakımından değil de mesela, direkt olarak var olmasından başladım. Gerçekliği de ontolojik olarak düşünmedim, var olarak düşündüm. Burada demek istediğim, yaşadığımız hayatta bir şeyi anlamak istiyorsak, o olayı kendi lehimize gelecek şekilde düşünürüz. Bu bildiğimiz şeydir. Burada genelde insanlar takılırlar. İkinci adım daha önemlidir, bu da karşı düşünceyi anlamaya çalışmak ve saygıdır. Karşı düşünceyi anlayıp, saygı göstermek veya ona yakınlaşmak insanları rahatsız hissettirebilir. Bu sorun değildir. Ama olayları, fikir ve düşünceleri bulunduğunuz çevre koşullarından, daha doğrusu bulunduğunuz zihniyet, kültürel veya dini etkenlerden ayrı düşünmeyin. Ayrı düşünürseniz mutlak olana kayarsınız ve dediğim gibi orada bir cevap yoktur. Orada sadece düşünürsün. Ve son olarak, olanları, olan yerde düşünmek insanı en rahatlatacak şeydir. Aksi takdirde kendi ütopyanda yaşamak zorunda kalabilirsin.