Hayatımda ne kadar az ağlamışım ben.Neredeyse hepsini hatırlıyorum. Beş yaşındayken babaanem bana küstüğünde babaannemin katı kalbini yumuşatmak için ağlamıştım. Bana küsmesine dayanamamıştım. Köydeki iki katlı evimizin aşagı odasında eteğine yapışmış ağlarken babaannem yüzüme bile bakmıyordu.Taş duvarlar gibi ifadesizdi.
-Ne kadar zalimsin sen;akan gözyaşlarımı bile görmüyon demiştim. Göz yaşlarımdan çok bu sözlerim sözlerim kurşun gibi hedefini buldu hemen beni bağrına bastı.
Altı yaşımda kolumu kırdığım vakit bağıra bağıra ağladığımda sesimi köyün ortasından duymuş olabilirler zira akrabalardan biri koşup bana bir çikolata getirdiğinde kırmızı kaplı çikolatayı gördüğümde hemen susmuştum. üstelik çikolatanın tadını hissettiğimde ağrı falan kalmamıştı. Babamın terkisinde eşeğimize binip komşu köydeki kırıkçının yolunu tutmuştuk. Bir yıl sonra diğer kolumu da kırdığımda hiç ağlamadım;acı tanıdıktı artık.
On bir yaşımda dedem öldüğünde ağladım ama on iki yaşımda annem öldüğünde ağlamadım; kırılan diğer kolumda ağlamadığım gibi. En çok bunu saklıyorum özellikle kızımdan.
Yatılı okula amca bey beni bırakıp gittiğinde de ağlamadım. Ta ki bir hafta sonra babam İstanbul’dan kaçıp beni görmeye gelene kadar. Onca acıdan sonra babam İstanbul’da psikolojik tedavi görüyordu. Demek melenkoliye genetik yatkınlığımız var bizim.Neyse. Babamın başında ilk defa kasketi yoktu. Saçları beyazlamış biraz da dökülmüştü. Yüreğim burkuldu.
‘Sen İstanbul’da tedavi olmuyor muydun?’ diye sordum.
‘Benim ilacım sensin.’ dedi.
‘Kasketin nerde baba’ dedim.
‘Otobüste unuttum’ dedi.
Sarıldığım anda boğazıma bir şeyler düğümlendi. (Evet gerçekten ağlamak üzere olan insanların boğazına bir şeyler düğümleniyormuş gibi oluyor). Kendimi daha fazla tutamadım ağladım. Sesim çıkmıyordu, başımı da babama gömmüştüm ama galiba sarsıntımdan babam ağladığımı anladı. Bir şey demedi.
Yatılı okulun ilk günlerinde iki defa daha ağlamıştım. Sonra ağlamayı bıraktım. Yalnızlıktan ağlamıştım. Toprak sahanın beton duvarının dibinde tek başıma oturuyordum. Ordan bakınca bizim köyün dağlarını görebiliyordum. Beni tanıyan bir çocuk yanında arkadaşıyla bana yaklaştı. Arkadaşına beni göstererek ‘bu Tİmisili çocuk’ demişti. Arkadaşı ‘yaa’ dedi sadece. Bu ‘yaa’ sözü benim içler acısı durumumu özetliyordu. İçimdeki ağlama düğmesine basılmış gibi ağlamaya başladım. Ne büyük bir acizlik. Kendimi kontrol edememiştim.
Yatılı okula gelmemde bir amaç olmalıydı. Hayatın suları beni sürükleyip yatılı okula getirmiş olsa da insanın akıntıya karşı yüzerek. kaderine karşı gelebileceğine inanıyordum. Belki bu yüzden matematikten 10 değilde 7 aldığım için ağlamıştım.Hayatımda ağladığım en saçma şey buydu. Bir daha da hiç ağlamadım. Sonraki yıllarda ağlamak için kendimi zorladığım oldu tabii. Ama insan zorlada ağlayamaz ki.
Hatta beş yaşımda eteğine yapışıp ağladığım babaannem öldüğünde ağlayamadım. Ne çok severdim. Ana derdim ona. Ben Lise için İstanbul’a geldiğimde o da benimle gelmişti.
Yatılının ilk yılında matematikten düşük not aldığımda ağlayan ben üniversite sınavını ilk girişte kazanamadığımda yapacak şeyin ağlamak değil daha iyi çalışmak olduğuna karar vermiştim.
Yirmili yaşların ortasında uykusuzluk çekmeye başladığımda gittiğim psikoloğa çocukluğumu anlatırken ağlayamadığımı söyledim. Ama o sırada benim de unuttuğum bir şey vardı. Ağlamaktan nefret edişimin nedeni daha eskiye dayanıyor. Beş yaşında babaannemin eteğine sarılıp ağlamamdan daha önceye dayanıyor yaşadığım travma.
Babaannem daha ben dört yaşındayken ağıt yakılan bir eve götürmüştü beni. Köyün dışında tek katlı, taştan, toprak damlı uzun bir evdi burası. Uzun geniş salonun pencereleri çok küçüktü. Kalın taş duvarın içine gömülü pencereler alçak tavana yakın vaziyetteydi. İçeri ışık girmiyordu. Dışardaki kavak ağaçları da engeldi ışığın girmesine. Kavakların hışırtısını duyabiliyordum. Bu kasvetli salona dolmuş siyah giymiş yaşlı köylü kadınlar bir ayine başlar gibi ağlamaya başladılar. Hem bir şeyler söylüyor hem de ağlıyorlardı.Diye diye ağlıyorlardı. Babaanemin kucağında babaanneme baktım o da diye diye ağlıyordu.
‘Sen niye ağlıyon ana ?’ demiştim
‘Ben de kendi ölmüşlerime ağlıyom’ demişti.
‘Ağlama’ dedim.’Ağlama’. Sonra elimle sımsıkı ağzını kapattım. Çok tuhaf yirmi yıl sonra uykusuzluk çekmeye başlamadan önce buna benzer bir şey daha yaşamıştım.
Sonra o ev harabeye dönmüştü. Şimdi o salonun bulunduğu yıkıntı yeri o kadar güzel aydınlanıyor ki güneşte ışıl ışıl. Köydeki en sevdiğim yıkıntıdır orası. Çünkü o yıkıntıya baktığımda içinde dört yaşındaki beni, babaanemi ve siyahlar giyinmiş ağlıyan yaşlı köylü kadınları görüyorum.
Ben ki
Yılların yağmurlarıyla çürümüş
Tahta gibiyim:
Dokusu grileşmiş,
Artık yalnız,
Ateşe atılabilen.
Oruç Aruoba