1950 yılının sıcak bir temmuz günü… İki adam ve bir kadın. Birilerinin kendilerini takip edip konuştuklarını dinleme hevesinde olduğunu düşünerek sessizce ilerliyorlar. Kız Kulesi tam karşılarında… İçlerinden biri Kız Kulesi’ne on iki yıllık bir hapishane hayatından sonra ilk kez bakıyor. Burası onun için her zaman farklı bir anlam taşıyor şimdi olduğu gibi. Denize olan tutkusunun dışında başka bir şey bu. Zira geçmişi de zaman zaman buraya çekecektir onu….
Yıllar öncesinden bir adam da tam buradan Anadolu’ya gelmiştir.”1827 yılında Almanya’nın Brandenburg kentinde Karl Detroit adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan Karl Detroit, aile içinde baş gösteren huzursuzluklardan dolayı bir Fransız yetimhanesine gönderilir. Gemilerde miço olarak çalışma belgesini eline alır almaz, Hamburg Limanı’ndan kalkan bir gemiyle İstanbul’a doğru yola koyulduğunda henüz on iki yaşındadır. Gemi İstanbul’a geldiğinde denize atlayan Karl Detroit, Kız Kulesi’ne doğru yüzmeye başlar! Kendisini kurtaran Kız Kulesi’nin bekçisine gemiye geri dönmek istemediğini anlatır, iki ülke arasında küçük bir politik sorun yaratmış olsa da, dönemin dışişleri bakanı konumundaki Sadrazam Ali Paşa’nın sevgisini kazanıp, himayesine girer. Harbiye’de okutulan çocuğa ‘’Mehmet Ali’’ adı verilir. Yıllar, on iki yaşında Kız Kulesi’ne yüzen çocuğu, Kırım Seferi ve Bosna, Karadağ savaşlarından sonra II. Abdülhamit döneminde ‘’paşa’’ unvanına taşır. Mehmet Ali Paşa, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biridir! Berlin Antlaşması’nda Hristiyan cemaatlere hak tanınmasıyla gerici çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa’ya karşı ‘’Sizi gâvura bu sattı’’ diye kışkırtır… Ve Mehmet Ali Paşa, Arnavutluk’ta linç edilir! Aynı zamanda şair olan Mehmet Ali Paşa, kısa bir dönem gittiği Magdeburg’daki okulunu ziyaret ettiğinde şeref defterine bir şiir yazar ve bu şiir sonradan gazetelerin birinde yayımlanır.” Kimdir bu paşa?…. Paşanın dört kızından biri olan Leyla Hanım’ın da bir kızı dünyaya gelir. Celile Hanım… Celile Hanım’ın da bir oğlu olur: Nazım Hikmet!
Yukarıda Kız Kulesi’ni seyreden adamın büyük büyük babasıdır bu paşa anlayacağınız. Yani Nazım Hikmet’in. Mehmet Ali Paşa onu etkilemiştir hep oysa hiç tanımamıştır onu. Paşa’nın şairliği kalmıştır Nazım’a miras, birde denize olan bitmeyen tutkusu. (Zaman zaman dert olmuştur bu geçmişi ona…. )
Yıl 1962… Nazım Hikmet, çok sevdiği memleketinden on bir yıl ayrıdır. Paris’te, Notre Dame Kilisesi’nin bahçesine bakan otel odasında İstanbul özlemine dışa vurduğu şu dizeleri yazar:
…..
Koşmaca oynayalım yağmurun altında yalınayak başıkabak ve geçelim Sen Mişel Bulvarı’ndan İstanbul’u kovalayarak ve fır dönelim Notr Dam’ın bahçesinde Kız Kulesi’yle.
Onun gibi denize hasret bir şair daha vardır; ölürken bile izlemek istediği son şeydir deniz.
Genç posta dağıtıcısı kapısını çaldığı Pablo Neruda’ya hayranlıkla bakarak ‘’Ah ben de ozan olmak isterdim’’ der… Ünlü şair mizah dolu bir karışıklık verir: ‘’Yavrucuğum Şili’de herkes ozandır zaten. Postacılığı sürdürmen daha ilginç. Hiç değilse çok yol yürür ve şişmanlamazsın. Şili’deki tüm ozanlar davul gibi.’’ Bu konuşmadan sonra şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Şili’de faşistler yönetimi ele geçirirler… Dikta rejiminin askerleri şairin evini abluka altına alırlar, istedikleri, zaten hasta olan devrimci şairin bir an önce ölmesidir.
Postacı Mario, şairin kapısını çalmayı başarır. Neruda, yıllar önce kendisine şair olmak istediğini söyleyen postacı dostunu görünce tutamaz gözyaşlarını… Neruda, hasta yatağından kalkıp pencereden denizi görmek ister ama Mario, ‘’Serin bir rüzgâr esiyor’’ diyerek karşı çıkar. Neruda’nın yanıtı muhteşemdir: ‘’Ne gizlemek istiyorsun benden? Belki de pencereyi açtığımda deniz artık orada, aşağıda olmayacak? Onu da mı götürdüler?’’
“Benim anılarım hayaletlerle dolu bir galeridir” der Neruda: “Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım… Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır; bir şair hayatıdır. Onun hayatının bir bölümünde Nazım’da vardır. Hem de sımsıkı bir dostlukla harmanlanmış.
Bir haber verme, bir hesaplaşma, lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir onun hayatı tıpkı çok sevdiği Nazım gibi.
Bir kongrede; ‘Onun yanında biz şair bile olamayız’ diyerek Nazım Hikmet’i övmüştür. Her ikisi de devrimci şairlerdir oysa. Birbirlerine mersiyeler düzerler hep… İki ustanın birbirlerine övgüsüdür oysa bu… İki iyi adamın, iki iyi şairin…
Nazım’ın arkasından yazdığı şiirle dostuna seslenir Neruda;
Sana Şili’nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum
Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üzerinde parıldayan
Halkların kavgasını ve kavgamı benim
Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan..
Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım sensiz.
Nazım Hikmet gibi oda üretim araçlarının ortak olmasını kimsenin kimseyi sömürmemesini sınıfsız toplumlarda ırk soy din dil ulus aile ayrımı gözetilmeden bütün insanların eşit tutulmasını herkesin birlikte çalışıp, birlikte üretmesini, her bakımdan özgür olmalarını her türlü baskıcı gücün ortadan kalkmasını istiyordur. Bu iki adamı bir araya getiren de bu ortak amaçlarıdır zaten.
Kişiliklerinin en belirgin özelliği olan iyiliğin etkisinde biçimlenmiş olan şair yaşamlarıdır ve en büyük acıları da bu yüzden çekmişlerdir.
İki iyi insan yaşamıdır onlarınki. Belki bu haziran bir kez daha buluşmak isterler; birisi Kız Kulesine diğeri Şili’de denize bakmak için. Yıldızların arasından bakarlar belki, kim bilir.
Nazım Hikmet, Memet Fuat, YKY yayınları
İstanbul’un Nazım Planı, Sunay Akın, Türkiye İş Bankası Yayınları