Yaklaşık 1 sene önce niyetlenip yazmaya başladığım, kimi zaman yarım bıraktığım kimi zaman devam ettiğim şuanlık beş bölümünü paylaştığım ve devamının muhakkak geleceği mini öyküm… Umarım okur ve eleştirilerinizi yazarsınız. İyi okumalar 🙂
Hastalığının karanlık yüzüyle karşılaşalı bir hafta kadar olmuştu. Öksürdüğü zaman ciğerinden kopan pıhtılaşmış kana baktığında, gelecekte çıkacağı o dönülmez yolu düşünüyor, düşündükçe fenalaşır gibi oluyordu. Yarı kırık sandalyede öylece otururken sabah ezanının sesi yavaş yavaş pervaz arasından içeriye doğru süzüldü. Dün, Memduh’la birlikte Fethi Paşa Korusu’nda ufak bir gezintiden sonra eve saat gece iki de gelip yattığında gözüne bir türlü uyku girmemişti ve bu uykusuzluğunun getirdiği baş ağrısıyla yaşadığı hastalık hâlleri daha da can sıkıcı hâle gelmişti onun için. Sağ eliyle sandalyenin arkalığından destek alarak ayağa kalkmaya çalıştı. Sendeler gibi oldu. Henüz otuz beş yaşında olmasına rağmen saçı sakalı beyazlarla doluydu. Boyu ne uzun ne de kısaydı. Yüzü masum sayılabilecek bir karakterterdeydi. Çıkık elmacık kemikleri yüzünün güzelliğini tamamlıyor, ona yakışıklılık katıyordu. Tek kusuru burnunun hafif kemerli olmasıydı. Onu da babasından almıştı. Gözleri zifir siyahtı ama hastalığı gözlerinin ışığını alıp götürmüştü. Ağır ağır birkaç adım attıktan sonra kafasını pencereden uzattı ve derin derin nefes alarak gözlerini hafifçe kapattı. Günlük rutinlerinden biriydi aslında bu. Yapmaktan hiç bıkmadığı hatta bazen yüzüne ufaktan da olsa bir gülümsemenin yayıldığı olurdu bu anlarında. Hayatı seviyordu, gökyüzünü seviyordu, kuşlara hayrandı ve ağaçların rüzgârla birlikte o yaşam dolu kıpırtılarına imrenirdi. Ezan bittiğinde gözlerini yavaş yavaş açtı. Sokakta namaza yetişmek için bastonlarıyla hızlıca mahalle camisine giden yaşlı amcaları seyretti. Hepsini tanıyordu; zaten caminin, namazın ve duânın müdâvimi onlardı. “Selâmun Aleykum Orhan evlâdım, hayırlı sabahlar olsun!” “Aleykumselâm Nazif Amca! Koş haydi geç kalacaksın cemaate.” Nazif Amca başıyla hem onaylıyor hemde hızlı hızlı adımlar atarak gözden kayboluyordu.
***
Üç gün evvel İstiklâl Caddesi’nde ki sahaf dükkânının sahibi olan yakın arkadaşı İlhan’a uğramış, ayaküstü bir iki muhabbetten sonra Stendal’a ait “Kırmızı ve Siyah” kitabının 30’lu baskılarından biri olmak üzere Arif Nihat’ın “Ses ve Toprak”, İlhan Berk’in “Kül” ve Necip Fazıl’ın ilk basım olan “Çile” kitabını almıştı. Ama son zamanlarda o kadar unutkanlaşmıştı ki kitapları aldığı gün odasında gözü gibi baktığı öd ağacı on iki raflık kütüphanesine koyacağı yerde, evin girişindeki baba mirası saydığı ceviz ağacından yapılma pejmürdeleşmiş sandığın üzerinde bıraktığını anımsadı. Alt kata inen ahşap merdivenlerin gıcırtısı eşliğinde sofaya adımını attı. Toplamda on beş basamak olmasına rağmen inerken yorulmuştu. Merdivenlerin tırabzanlarındaki dökülmeler ve yer yer tahta kurularının basamakların köşelerine açtığı yaralar, evin toprak yeşili boyanmış kapısından girildiğinde farkedilmese de çok dikkatli bakıldığında belli oluyordu. Yer döşemelerini geçen senenin ilkbaharında, İşbankası’nda görevli bankacı dostu Sami ve Sahafçı İlhan’dan aldığı borçlarla yaptırabilmişti. Orhan, kendi zevkine pek güvenen biri değildi o yüzden yer döşemelerini karşı evdeki komşusu Naime ile seçmişlerdi. Döşemenin yüzeyi gıcır gıcır parlıyordu ama köşeliklerinde zamanla oluşan tozlanmaları gözünün gördüğü kadarıyla yer yer seçiyordu. Kapının solundaki dev portmantodan siyah deri ayakkabılarını alıp dışarı çıktı. Daha önceden yaptığı alışveriş listesini kahverengi kadife pantolununun cebinden çıkarıp şöyle göz ucuyla bir baktı sonra tekrar aynı cebine koyup yarı koyu yarı açık gri Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş sokağın başına doğru yürüdü. Öğlen güneşi olmasına rağmen havada sonbaharın getirdiği hafiften üşüten bir rüzgâr da vardı. Kafasını, belediye işçileri tarafından daha yeni kırmızıya boyanmış sokak tabelasına doğru kaldırdı. Akyazı Sokağı… Bu sokakta hatta bu mahallede geçirdiği çocukluğunu belli belirsiz hatırlar gibi oldu. O zamanlar sokağın iki yanından uzanıp giden bu beton binalar yoktu. Çoğu ahşap evlerdi ve şuan kendisininkiyle birlikte sadece dört tane daha böyle ahşap ev kalmıştı. Babası bu evi zamanında kıt kanaat biriktirdiği parayla alabilmişti. En azından çocukken onun böyle anlattığını biliyordu. Telkari ve tespih ustasıydı babası. Sadullah Usta. Oldukça diri ve uzun boylu bir adamdı. Kapalıçarşı’da ufakça bir dükkanı vardı ve hatrı sayılır fazlalıkta da müşterisi bulunuyordu. İyi huylu ve dürüst bir esnaftı. Eşrafı onu musallaya gelene kadar da hep böyle bildi böyle tanıdı ve öyle güzel vefat etti ki cenazesine gelen herkes haklarını ona içilen su gibi helal etmişti…
***
Ayaklarının, onu bilmediği yerlere götürmesini istiyor, özellikle yaşadığı ıstırap dolu bu illetten son sürat kaçarak kurtulma isteği de doğuyordu içinde. Düşündükçe bocalıyor, bocaladıkça yanlış yapıyor ve bir türlü kafasındaki hesapları toparlayamıyordu. Son bir haftadır zihin sarayı karmakarışıktı. “Yaşam, soluk alıp vermenin idrâkine varmaktır.” diye düşünürken, rüyâlarında kendini hep ölürken buluyordu. Bir muska gibi aklının her bir dalına asmıştı bu sözü. Ciğerlerinde akan kanı hissederek öksürük yağmuruna yakalanmıştı yine. Sağ eliyle bir duvara dayanarak iki büklüm bir vaziyette aralıksız iki dakika kadar sürmüştü öksürüğü. Kasap Mahir şiddetli öksürükleri duyup hemen Orhan’ın yanına bir bardak suyla koştu. “Evlât, daha iyi misin?” “İyiyim abi… Daha kötüyüm…“
Boğazı seyretmek için Çengelköy’de bir kafenin terasına oturdu. Ne zaman canı sıkılsa yahut ne zaman kendini mutlu hissetse geldiği iki yerden biriydi burası. Hem saldalyeleride rahattı. “Evdeki eski ahşap sandalyelerin kuruluğundan daha iyi…” diye düşündü. Gözlerini boğazın serin sularına bıraktığında, yüzüne umut dolu bir tebessüm yayıldı. Böyle kısa anların verdiği hazzı yaşamak Orhan’ın istediği küçük şeylerden biriydi. Rüzgârın hafif esintisi, annesinden aldığı düz kestane rengi saçlarında âhenkli bir harmoni oluşturuyordu. Başını havaya kaldırıp gözlerini hafifçe kıstı. Avrupa Yakası tarafına doğru gökyüzünde kalabalık bir leylek sürüsü gördü. Belli ki göç başlamıştı. İçini kocaman bir hüzün kaplayıverdi birden. Boğazı daralıp nefesi kesilir gibi oldu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hapsolduğu kafesten kurtulmak için çırpınıyordu sanki. Aklına getirmek istemediği, beyninin girift sokaklarında sürekli köşe kapmaca oynadığı “ölüm” düşüncesi sarıvermişti işte her yanını. Almaya çalıştığı her nefes ciğerlerini bıçak gibi kesiyordu sanki. Güçlükle ayağa kalktı. Başı döner gibi oldu. Daha önce biri Fatih Camii’nin avlusunda biride Eminönü’nde olmak üzere iki defa bayıldığı için artık bu gibi durumlara alışmış sayılırdı ve kendini iyice tutup derin derin nefesler alıyordu. Bir yandan da tekrar bayılırım diye korkuyordu ama bu korkuyu kafasından hemen savdı.
“Beyefendi iyi misiniz?” Garsonun sesi gâipten gelen bir sese dönüşmüştü. Kulakları dışarıdaki sesleri değil sadece deli gibi çarpan kalbiyle, sanki koşmaktan ciğeri çatladı çatlayacak olan bir yılkının nefesini andıran kendi solumasını duyuyordu. Yavaş yavaş kendine geldiğinde, garsonun getirdiği soğuk suyu içip teşekkür ettikten sonra içtiği bir bardak demli çayın parasını ödeyip çıkmıştı.
***
Vapur iskelesinin kapıları büyük bir gürültüyle açıldığında, sıkış tıkış olan insan kalabalığının arasında ilerleyerek iskele görevlileri tarafından yolcuların vapura geçebilmesi için konulmuş çürük tahta köprüden hızlıca geçince derin bir nefes aldı. Vapurun kamaralarına baktığında içerinin boğucu bir havası olduğunu hissetti. Cam kenarlarına ve orta koridora karşılıklı bir şekilde konulmuş kahverengi, sıcaktan yumuşayıp etrafa adi bir deri kokusu yayan koltuklara baktığında midesinin bulandığını hissederek geriye doğru birkaç adım attı. Kalabalıkta oturmak Orhan’ın kendini iyi hissetmediği durumlardan biriydi. İnsan nefesinin vapur kamarası içinde oluşturduğu boğucu sıcaklıktan kurtulmak için vapurun yan kısmında bulunan oturaklara oturdu. Açık hava ve onun sunduğu bir İstanbul manzarası eşliğinde yüzüne o bilindik gülümsemeyi yaydı…
Uzunca çalan vapur sireninin oluşturduğu etki, iskeleden var gücüyle yetişmek isteyenlere verilmiş son uyarıydı artık. Genç bir kadın, peşinde zar zor sürüklediği bir bavulla vapura binip, imkânsızı başarmanın gururunu yaşıyor gibiydi. Kalın yeşil paltosunun kenarlarını iyice düzeltiyor, giydiği hafif topuklu ayakkabılarının -ikide bir çarpan bavulu yüzünden- arka topuklarına göz atarak bavulunu kenara doğru çekip, vapurun beyaz boyası dökülmüş demir duvarına dayadı. Orhan, ona doğru başını çevirdiğinde gözlerinin elâ olduğunu fark etti. Gözbebeklerinin etrafını sarmalayan hâreler, Uzak Doğulular gibi çekik olan göz yapısının kusursuzluğunu tamamlamıştı. Kadın, büyük mavi bavulunun deri kayışlarını açıp tekrardan iyice sıkmıştı. Tahta oturakların yanındaki boş bölüme koyarak Orhan’ın iki metre kadar yanına oturdu. Saçları, güneşin ona vurmasıyla rengini daha da belli etmişti. Kahverengi ve denizin dalgalarından daha dalgalı…
Kız Kulesi uzaktan göstermişti kendini. Yavaş yavaş kopuyordu ondan, tıpkı hayattan bir zaman sonra kendinin de kopacağı gibi. Düşünce evreleri yeniden hareketlenmişti. Uzun mavi bir çarşaf gibi örtülmüş denize bakıyordu. Boğaz Köprüsü’nün zerâfetini, Rumeli Hisarı’nın bir delikanlı edâsıyla İstanbul’un hamiliğini yapmasını, engin Marmara’da fî tarihinden kalma devâsa kaplumbağaları andıran şu Adalar’ın yeşil tepelerini ve ahşap bir gerdanlık misâli göğsünden sarkan şu köşkleri bir daha görebilecek miydi?
“Hatırlamak, yaşamanın yarısıdır.” diye söylendi gayri ihtiyâri. Yanında oturan kadın birden gözlerini Orhan’a çevirdi. “Ne güzel söylediniz.” Kadının ince dudaklarına yayılan bu gülümseme ve sözün ağırlandan ötürü oluşan etki, alnının çizgileriyle birlikte bir yanıta dönüşmüştü. Orhan, şaşırmış ve sanki biraz da pişman olmuş bir vaziyette “Rahatsız ettiysem özür dilerim.” diyebildi. Sesi cılız çıkmıştı rüzgârdan ötürü ama kadın ona daha fazla bir gülümsemeyle karşılık verdi.
***
Orhan, Eminönü İskelesi’ne ayağı değdiği vakit kendisini müthiş bir kalabalığın içinde buldu. Tanıdık bir iş sendikasının düzenlediği basın açıklamasının iskelenin hemen önünde bu denli insan yığınlığı oluşturması karşısında şöyle bir kalakaldı ve meydan da toplanan onca insanın yüzüne baktığı zaman hepsinde de saygı duyulması gereken bir pürdikkatlilik sezdi. Aynı parlak bakışlarla her bir çift göz, mikrofunu elinde tutan ve elindeki fotokopilerde yazan konuşma metnini bağıra çağıra okuduğu adamın olduğu tarafa bakıyordu. Kalabalığa karışmadan arka taraftaki diğer ilgisiz insanların arasından biraz yürüyerek Kadıköy İskelesi yönüne doğru ilerlerken bir yandan da toplanan insanların üzerlerine geçirmiş olduğu sendikanın amblemini taşıyan kırmızı kumaş parçalarını ve yine aynı renkteki yelkenli miting bayraklarının o İstanbul rüzgârında süratli bir şekilde dalgalanışını izledi. Ömrü boyunca birçok miting görmüştü hatta bazılarınada katılmıştı. O zamanlar daha sağlıklıydı ve belkide sağlığına o kadar da dikkat etmediği zamanlardı…
Sirkeci’ye doğru çıktığında tam iki kez öksürük nöbetine tutulmuştu. Elindeki kanlı mendili bulduğu ilk çöp konteynırına sallamıştı ve elinde hazır bulunması için paltasonun cebinden daha yeni açılmış selpak paketi çıkartıp içinden bir tanesini eline alarak yürümeye devam etti. Hayyam Pasajı’na dönen caddeye girerek vitrinlerde duran fotoğraf makinelerine göz attı. Yaklaşık üç yıl önce heveslenerek aldığı Pentax markalı fotoğraf makinesini hatırladı ve hatırladığında aklının keder bulutlarıyla sarıp sarmalandığını hissetti. Derin bir düşüncenin beynine doğru hücum ettiği ve onu olduğu yerde kitlediğinin farkında bile değildi. Tamamen savunmasız bir halde kalmıştı Orhan. Kendini en büyük zevklerinden mahrum bırakmıştı sırf vücudundaki illet yüzünden. İlk zamanlarda kendi kendine lânetler okudu, varlığına küfretti durdu, kavga etti kendiyle hatta Allah’la bile. Uzun uzun öfkeyle öten bir tramvay’ın havalı kornasıyla aniden kendine geldi ve oradan hızla çekildiğinde etrafındaki insanların o çok bilmiş tekdüze tepkileriyle karşılaştı. “Deli misin be adam!” “Kör müsün hemşerim dikkat etsene!” “Öldürtecek misin kendini!”…
***