Beni biraz uzaktan izlerseniz eğer huzursuzluğumu farkedebilirsiniz. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem böyle günler.
Sonbaharda inatla dalına tutunmaya çalışan kuru bir yaprağa benzer hareketlerim. Oysa toprağa düşmek istemez bedenim. Rüzgarda savrulmayı reddeder. Pek hüzünlü sayılmaz bu. Ciddiyim. Unutmayın ki baharı gördüm ben. Sıcak bir yazdan geçtim. Hem sonbahar kimi korkutmaz ki! Hele benim gibi bahara aşıksa insan, güneşten besleniyorsa, maviyi griden çok seviyorsa.
Huzursuzluk demiştik sahi. Aman canııııım sizde. Öyle büyütülecek mesele değil bu. İçimdeki çocuk saçlarımı çekiyor bazı. Ya da saklambaç oynuyor benimle. Öyle saklanıyor ki onu kaybettim sanıyorum. Sanıyorum ki bir daha canım hiç salıncağa binmek istemeyecek. 25 yaş denen saçma kavramda (yaşta neymiş) kaybolacağım. Yetişkinlik kelepçeleri takılacak bileklerime ve teslim edeceğim tüm eğlenceli şeyleri yaş almış mendeburun birine.
O kadar kızıyorum ki onlara, bana inanmıyorlar. Onlara benzeyeceğimden adları gibi eminler. Bunun nefer almak, su içmek yok yok bunun yürümeyi öğrenmek gibi bir şey olduğunu düşünüyorlar.
Yürümeyi öğrenmek! Yani ayağa kalkmak, dik durmak!
Bunun saçma olduğunu düşünen bir ben değilimdir heralde. Ne yalan söyliyeyim bu benim umudumu biraz kırar çünkü.
Bakın yağmur yağıyor. Ve ben bu kasvetli günde camımdaki minik damlaların birbirine katılarak, tombul birer damla olup, pencerenin dibine doğru hızla süzülüşünü izliyorum.
Bu güzel, ruhumun nabzına parmak basmak gibi. Hala hayattayım.
Tamam çocuk yeter!
Sil tüm kargaşayı zihnimden, bacası tüten, dört çizgilik o meşhur, huzurlu evi çiz. Manzaram bu olsun, gerçeğimde. Şimdi çay demleyeyim. Baca tütüyor çünkü belli ki kış.
Son olarak;
Hey! İçimdeki çocuk ,
Bana iyi bak.