Masadaki herkes huşu içerisinde ezanın okunmasını bekliyordu. Bense ona bakıyordum, Şermin’e… Ramazan ayı münasebetiyle yiyeceğimiz yemek bir iş yemeği değil iftar yemeği idi. Masada oturanlar içerisinde tek oruç tutmayan kişi ben olduğum için kendimi suçlu hissediyordum. Bu da yetmezmiş gibi herkese ‘oruçluyum’ diye yalan attığım için salt mahcubiyet kaplamıştı içimi.
Durmaksızın tebessüm edesim geliyordu. Şermin’in açlıkla sınavına şahit olmanın mutluluğu içerisindeydim. Ne güçlü kız, dirayetli, sabırlı ve narin diye düşünürken, ”Ezan okundu,” diye uyardı garson. Dudaklarını kıpırdatmasından orucunu açmak için iftar duasını okuduğunu anladığım Şermin, dere yatağına inen bir karaca zarafetiyle suyunu içerek orucunu açtı.
Masada haddinden fazla gereksiz insan vardı ve birçoğu da gereğinden fazla konuşuyordu, sıkılmıştım. Ben de konuşabilseydim eğer, en çok da karşımda oturan Şermin’in ela gözlerine bakıp, ‘sen işyerinde ne zaman bana bir şeyler söylesen coşkun bir ırmak akmayı bırakıyor, kediler sahiplerine sırnaşıyorlar. Bir yerlerde mucizevi doğumlar gerçekleşiyor ve biz bilmiyoruz. Ben ise heyecandan ölecek gibi oluyorum,’ demeyi isterdim. Karabiberi değil!
Aklımda sahura kadar oturacağız gibi bir düşünce belirmeye başlarken, ”Ne zaman kalkacağız. Cansu bu akşam bende kalıyor da,” dedi Şermin. Cansu, Şermin’in kızıydı. İşe başladığı ilk gün söylemişti bunu. Boşandığı eşi hafta sonları Cansu’yu Şermin’e bırakıyormuş. Bu bilgiyi de yine aynı gün paylaşmıştı bizimle. ”Şermin çalıştığı için yalnızca hafta sonları alabiliyor demek ki kızını,” demiştik biz de, aramızda. Şermin’in Cansu’yu düşünür bir cümle kurmasının ardından, Şermin’in sayamayacağım kadar mükemmel özelliğinin yanına bir de ”düşünceli anne” vasfını ekledim hemen. Buna düşman topraklarını sınırına katan bir komutan kadar sevindim. Ama bunu gizlice yaptım. Masadaki hiç kimse fark etmedi.
Sanki daha önceden bu an öngörülmüş de provası yapılmış gibi herkes Şermin’e bakarak, ”Birazdan kalkarız,” dedi ama ben aynı fikirde değildim. Sabahtan akşama kadar Şermin ile aynı işyerinde birlikte çalışıyor olsak da, bu bambaşka bir durumdu ve akşamın bitmesini hiç istemiyordum. Masadakiler dağılınca büyük bir sevinç yarım kalacak, bir daha hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak gibime geldi. Orada Şermin ile aylarca, yıllarca oturabileceğim için geç kalkmamıza bir faydası olur baabında sessiz kaldım.
Oybirliğiyle Şermin’i evine benim bırakmam fikrinde karar kılınınca bir ağaç dalının kuruduğu yerden yeniden yeşerebileceği inancına kapıldım. Şermin ile yolda ne konuşabilirim diye düşünmekten epey zaman masada bir ‘gölge’ gibi oturdum sadece. Zaten hiçbir ortamda yeteri kadar yer kaplamadığımı düşündüğümden bunu yaparken hiç zorlanmadım.
İlk konuşmanın sorumluluğunu kendi üzerine alan Şermin, ”Ne güzel bir akşam oldu. Yalnız dikkatimi çekti, sen çok durgundun. Bir sorun mu var?” dedi yürürken. Benimle yakından ilgileniyor olmasından dolayı kendimi bir bokmuşum gibi hissettim. İlk kez olmuştu bu. ”Yoo bir şeyim yok. Her şey yolunda. Biraz yorgunum galiba,” dedim. Aslında, ”Şermin sen bilmiyorsun, belki de biliyorsun da görmezden geliyorsun ama ben sana âşığım. Benim daha önce hiç evlenmemiş olmam, senin eşinden boşanmış olman ve hatta kızının da olması hiç sorun değil. Ben kızına ağabeylik yaparım. Evlenince Cansu’ya kardeş de yaparız hem. Bu kokuşmuş dünyada bir şeylerin yolunda gidebileciğine, birilerinin hâlâ iyi olduğuna da inandırırsın sen beni. Sahi, yaparsın bunu di mi? Ama sana bir şey itiraf etmem lazım Şermin, ben bugün oruçlu olmadığım hâlde sırf seninle aynı masada yemek yiyebilmek adına iftar yemeğine katıldım. Yalancı olmam senin için büyük bir sorun teşkil etmez umarım,’ demek isterken…
Bütün çekiciliğiyle, ”Buna sevindim. Aman bir sorun olmasın da,” dedi Şermin. Sonra da sivri bir mızrağı kalbime batırırcasına asla sormaması gereken o soruyu sordu:
”Ne zaman evlenmeyi düşünüyorsun? Artık birisini bul da biz de düğününde oynayalım.”
Yutkundum. Konuşacak o kadar çok söz vardı ki aklımda, ama ben yine en iyi bildiğim şeyi yaptım. ”Kısmet,” deyip konuyu kapattım. Şermin ile tanıştığımız günden beri içimden konuşmaktan o kadar yorulmuştum ki, onunla karnımdan konuşuyor olmak için bile en sevdiğim birkaç şeyi feda edebilirdim. Ama bu hiçbir zaman olmadı. Şermin’i tanıdım tanıyalı ona söylemek istediklerimi hep içimden söyledim ben. Kahrolası içimden! İçten ama içimden…
Evinin önüne geldiğimizde Şermin, ”Işık yanıyor, Cansu yatmamış daha,” dedi. Benim, ‘seni bekliyordur, yarın da tatil olduğundan yatmamıştır,’ dememe müsaade etmeden, ”Benim de görüştüğüm birisi var bakalım. Yedi aydır flört ediyoruz. Çok iyi birisi ve niyetinde de ciddi gibi. Evlilik konusunda yani. Sen de ‘armutun sapı üzümü çöpü deme’ artık, gönlüne yatan birisini bul da bir an evvel evlen. Seninle çok uzun zamandır aynı ofiste çalışıyoruz. Bu vesileyle de seni çok iyi tanıyorum. O yüzden de en kısa zamanda kendin gibi mükemmel birisini bulup yuvanı kurmanı, hayatını düzene sokmanı çok istiyorum,” dedi. Cümlesi bitince, bunları bilge bir kadın havasında söylediğinin bilinmesini ister gibi baktı gözlerime.
Benden bin yaş büyükmüşçesine verdiği nasihatlerden çok, ”Seni çok iyi tanıyorum,” cümlesine kilitlendim. ‘Ne kadar iyi tanıyorsun Şermin? Beni ne kadar iyi tanıyorsun söyler misin? Mesela hayatın yalnızca bir ve sıfırdan, ölüm ve yaşamdan, siyah ve beyazdan ibaret olduğunu bildiğim hâlde Beşiktaş’tan nefret ettiğimi, her şeyin ana unsurlardan oluştuğunu biliyor olmama rağmen sadece ara renkleri, örneğin griyi çok sevdiğimi, hafta sonları bile erken uyanıp günü kaçırmamak için saatimin alarmını 07.30’a kurduğumu, daha etiketi üzerlerinde, hiç giyilmemiş on bir kot pantolonumun, dokuz keten pantolonumun, on üç gömleğimin, yirmi bir tişörtümün, altı kabanımın, sekiz montumun ve dokuz çift ayakkabımın olduğunu bilecek kadar iyi mi tanıyorsun beni? Sonra, kararlılıkla sarışın kadınlardan hoşlanmama rağmen sürekli bir siyah kadın becerme arzumu da biliyor musun? Gün gelip bastırdığımız, nefret ettiğimiz duygularımızın açığa çıkma olasılıklarından korktuğumu, batıl inançlarımı, her gün duş aldığımı, sırf sen seviyorsun diye yabancı romantik komedi filmleri izlediğimi, sen yokken sandalyenin yükseklik ayarıyla oynayıp senin her defasında olaya bir mühendislik çalışması hassasiyetiyle yaklaşıp sandalyeni aynı noktaya getiriyor oluşunu izlemekten dolayı aldığım hazzı, annemi rüyamda gördüğüm gecelerin sabahında ağlayarak uyandığımı, maaşımın bazen yetmediğini, işyerindeki Mestan dallamasına sinir olduğumu biliyor musun Şermin? Karşı komşum Osman amcanın dört ay önce öldüğünü, sabahları kahvaltı yapmadan evden çıkmadığımı, marka takıntım olduğunu, okurlar tarafından çok eleştirilen Barış Bıçakçı’nın Seyrek Yağmurlar kitabının kapağını yalnızca basitliğinden ötürü çok sevdiğimi, bira midemi ağrıtıyor diye viski içme eğiliminde olduğumu, kalçamdaki bıçak izine bakınca bıçaklandığım gün ölmemiş olmaktan duyduğum üzüntüyü, dişlerimi günde üç ayrı diş macunuyla fırçaladığımı, anneannemin tabutunu taşıyorken mezarlıktaki çam ağaçlarından içime dolan karın etkisiyle ürperdiğimi ve ne zaman kar yağsa mezarlıkları ve o ürpermeyi hatırladığımı, hayatta en çok kardeşimi sevdiğimi, günün olur olmaz saatlerinde uyumak isteyip de uyuyamadığım için acayip sinir olduğumu da biliyor musun Şermin, söyler misin?’ diyebilmeyi ne çok isterdim. Ama ben yapamadıklarımla ‘ben’ olduğum için, yine sustum.
Kendimle ilgili sayısı milyonları aşan daha pek çok soruyu bir nefeste sorabilirdim Şermin’e. Ama lüzumu olmadığını düşündüğümden, ”İnşallah, hayırlısı,” dedim. Pazartesi görüşürüz gibi bir klişeye girmenin de bayağı olacağını düşündüğümden, ”İyi geceler Şermin,” deyip bir an önce işime gelmeyen sohbetten uzaklaşmaya çalıştım. Yürürken Şermin mutlaka duymalıymışım gibi, ”Sana da iyi geceler. Sağ ol eve kadar bıraktığın için,” dedi, aceleyle. Kısık sesle, “Seni seviyorum Şermin ve hep seveceğim,” dedim ben de. Sonra bir hevesle Şermin’e ilanı aşk ettimse de, dediklerimi Şermin’in duymadığını varsaymak istedim. Ama yine de, ya duyduysa ihtimaline karşın bile sokağın köşebaşına yaklaşırken dahi cesaret edip de arkama dönüp bakamadım. Her ne kadar Şermin beni çok iyi tanıyor olsa da (!), o an için duyduğum korkunun boyutlarını hereketlerimin tutarsızlığından anlasın istemedim. Daha doğrusu, hiç değilse birkaç duygumun mahremiyetini bari muhafaza etmeyi denedim. Sokağın köşesini dönerken Şermin’e içimden bakmayı arzuladım. Ona karşı konuşmalarım gibi, içimden bir bakış olmalıydı bu bakış. İçten olmasına gerek yoktu. Yalnızca, arkamdan bakıp bakmadığını, bakıyorsa da nasıl baktığını merak etmiştim. Umarsızca yürürken bu gerçeği hiçbir zaman öğrenemeyeceğimi de henüz bilmiyordum. Şermin’in, beş ay sonra övdüğü o herifle evleneceğini vaktinden önce bilemediğim gibi…