#ÇokYalnızımLan serisi ile adı üstünde saçmalayacağız gari, okuyuverin bari ツ
Yine her günkü gibi bir gün ama artık yepisyeni, bambaşka ve şahakulade bir güne uyansam diyorum. Diyorum fakat yapamıyorum çünkü; benim elimde değil ki, biliyorum?!.
Yarı açık gözlerimle etrafıma bakıyorum. Şaşıbeş gördüğüm için bakmaktan vazgeçip, kendimi ite kaka, sürüklene, zar zor yataktan kalkıyorum. Bahara rağmen hala ve nedense üşüyen ayacıklarıma giymek istediğim çoraplarımı bulamayıp, küfrede ede banyoya gidiyorum.
Tuvalet faslından sonra, aynaya bakmaktan korkar halde, bir hışımla -ki yazık onun ne suçu varsa- musluğu dövercesine açıyorum. Aniden şiddetli akan suyun şırıltısı ile bunalıyor, sabah sabah strese girmemek için azaltıyorum. Bu kez de çok az akan suyla şapır şupur yüzümü yıkayamayacağım için sinirleniyor ve tekrar çoğaltıyorum. Ama o an suyun sesini kafama takmıyorum.
Demek ki; kafana takmazsan bi’şeycikler olmazmış, bunu uygulamalı görüyorum. Aslında biliyorum da, işte uygulayamıyorum. İş’te, evde, okulda, vs. gibi değil yani; öylesine manasında şey’ediyorum. Zaten ben hep öylesine şey’ediyorum. Ve hep bu yüzden kaybediyorum. Biliyorum!
Henüz perdesini bile açmadığım karanlığımsı odama geri dönüyorum. Yatağımın kenarına oturuyor ve mal mal yerdeki minik kilimin desenlerini analiz ediyorum. Öylesine bakıyorum. Al işte, yine öylesine şey’ediyorum. Çünkü; canım bir şeycikler yapmak istemiyor çünkü; bunalıyorum. Kalkıp çay koymam lazım, çünkü; olmazsa olmazım ama “Kolumu kıpırdatacak halim yok, kalkıp mutfağa gidip nasıl uğraşayım?” diye düşünüyorum. Düşünmenin ecele faydası yok diye düşünüyorum fakat sözün doğrusunun bu olmadığını hatırlıyor; “Korkunun ecele faydası yoktur o, düşünmenin olsa duramazsın!” diye kendime hatırlatıyorum. Ve kendimi tebrik edip, ani bir kararla kalkıyorum. Çünkü; kahvesiz dururum ama çaysız duramam, biliyorum. “Gerçi kahve ‘kapuçino’ olursaydı ve hergün içerseydim onsuz da duramayabilirdim”diye içimden geçiriyorum. “Yiğidi öldür ama hakkını yeme” diye de ekliyorum. Ne alaka buysa, işte diyorum?
Mutfak ıssız, mutfak soğuk, mutfak kuru, mutfak kimsesiz… Hiç de iç açıcı olmayan manzarasıyla içimi ürpertiyor ancak ben ürpermiyorum. Dün marketten alıp balkona koyduğum çay paketini yıkayıp kurulayıp açıp, itinayla hepsini cam kavanoza boşaltıyorum. Yaptığım alışverişler için bunu hep yapıyorum. Yıkanabilecekleri yıkıyor, diğerlerinin de kaplarını kutularını direkt çöpe atıyorum. Çünkü; artık böyle yapmak lazım, biliyorum. İyi de yapıyorum. İçim rahat ediyor, temiz temiz yiyip içiyorum. Sonracığıma, çayı ince süzgeçte bir müddet tozları gitsin diye eliyorum. Yoksa bulanık oluyor bergamotlu, içemiyorum. O demlenirken tekrar yatak odama dönüp, pijamamı çıkartıp ev eşofmanımı giyiyorum. “Nasılsa kimse görmüyor ya da hiç kimse ziyaretime gelmeyecek, gelemeyecek! Hatta pijamamla bile durabilirdim.” diyerek gülümsüyorum.
Ardından bütün odaların pencerelerini açıp havalandırma yapmak üzere hareketleniyorum. Yatak odam, oturma odam ve çamaşır odamdan oluşan ‘bütün’ odaları dolaşıp, birer pencere açıyorum. Bu arada zihnim de hafifi açılıyor da, yavaştan kendime geliyorum. “Gerçi kendime gelmeyip, kime geleceğim veya gideceğim şu zamanda acaba?” diye kendime stand up yapıyorum. Ama gülmüyorum. Gülemiyorum. Sadece acı acı gülümsüyorum. Bir türkü tutturuyorum ünlü ozan Tarkan’dan; “Hayat sevenlerin yanındadır/Unutma/Gülümse kaderine” diye söyleniyorum içime içime. “Sesim de güzeldir ha, aslında bir şan dersi alaydım zamanında, peh…” şeklinde mızmızlanıyorum.
Canım hiçbir şey yapmak istemiyor aslında ama bir şeyler de yapmak zorundayım, böyle mal mal dolanmamalıyım diye düşünüp kendimi onaylıyorum.
Mutfağa dönüp, demini alan çayımı ince belliye doldurup, bir yandan da az tereyağı sürdüğüm ince dilim karakılçık ekmeğimden ısırıyorum. Ben onu seviyorum. Beyaz ekmek yemiyorum. “Doktor ekmeği kesmelisin dedi, ben de ince ince kesip dilimliyorum, öyle yiyorum.” şeklindeki yılların esprisini kendime hatırlatıyorum ve kendim kendime gülüyorum. Evet, bu sefer gülüyorum çünkü; ekmeğe inat espri çok bayat, biliyorum. Peynir yok ama şükrediyorum. Tereyağı da olmayabilirdi, buna da şükür diyorum. Çünkü ben tereyağsız kahvaltı yapamıyorum. Ona bakarsan yumurtayı da tereyağsız yapamıyorum. Tereyağı her zaman olmuyor çünkü; o yüzden tereyağsız yumurta da olmuyor, dolayısıyla yapamıyorum. Gerçi yumurta da her zaman olmuyor. Öyle her an çıkıp alamıyorum. Artık 15 günlük yetecek kadar alışveriş yapıyorum. Fakat bazen ayarlayamıyorum ve her şeyleri bir çırpıda bitiriveriyorum. O zaman da kendime kızıyorum; “Ayarla artık canım sen de şunu artık. Devir eski devir değil, dikkat etmen, dikkatli tüketmen lazım!” diyorum. Söylene söylene yerken, tereyağlı ekmeğimi boğazıma diziyorum.
Çayın ardından şekerli bir Türk kahvesi yapıp, oturma odama, bilgisayarımın başına geçiyorum. Mailime meylediyorum. İş yerinden gelenleri okuyup değerlendiriyorum. Kendime iş için günlük ayırdığım iki saatlik süreyi, masa başında geçiriyorum. Tabii bir bölümünde de aylaklık ediyorum. Acık youtube, acık haber, acık da magazine bakıp dolanıyorum. Çünkü; tv izlemiyorum. Sevmiyorum. Kendime verdiğim süre doluyor ve kararlı bir şekilde masadan kalkıyorum. Aslında sandalyeden kalkıyorum ama nedense hep masaya oturulup kalkılıyor diye düşünüyorum.
Mutfakta bulaşık makinasını, çamaşır odasında da çamaşır makinasını çalıştırıyorum. Vileda’ya doldurduğum suya biraz deterjan, biraz da klorak döküyorum ve yerleri siliyorum. Hazırladığım sirkeli suyla, toz alıyorum, etrafı temizliyorum, camları siliyorum. İşleri biten makinalardan bulaşık ve çamaşırları çıkartıyorum. Temiz bulaşıkları dolaplarına, temiz çamaşırları kurutulmak üzere askılarına asıyorum. “Bulaşıklar temizken, niçin hala onlara –bulaşık- diyoruz?” diye düşünüyorum. “Onun yerine ne diyebiliriz ki?” diyerek, tekrar düşünüyorum. Zaten ben hep düşünüyorum. Anca düşünüyorum. Boş boş düşünüyorum. Annem; “Düşün düşün, çoktur işin mi yoksa boktur işin mi derdi?” diye de düşünüyorum! Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor nasılsa diyorum.
Yoruluyorum. Bu ara nedense daha fazla yoruluyorum. Hemen bir çay demleyip oturuyorum. Benden daha akıllı olan telefonumu alıp whatsapp mesajlarıma, insta’ya, facebook’a, oraya buraya bakıyorum. Gerçi hiçbirini sevmiyorum ama ne yapayım işte, sıkıntıdan onlara sarıyorum. Gerçi whatsapp’siz de olmuyor; annemle, kardeşimle, kankilerle yazışıyorum. Çünkü; uzun zamandır hiçbiriyle görüşemiyorum. “İyi ki teknoloji var, uzakları yakın ediyor” diyerek nine moduna bağlıyorum. Duygulanıp iki damla gözyaşı döküyorum. İki damla olduğundan emin değilim ama hep öyle denir ya, işte ben de öylesine diyorum. Bak işte, yine öylesine şey’ediyorum. Bir buçuk saat de telefon başında geçmiş; “yuh” diyorum.
Karnım acıkıyor. “Ne yesem?” diyorum. Çünkü; ne yiyeceğimi bilemiyorum. Çünkü; canım hiçbir şey istemiyor, geriliyorum. Buzdolabını ziyaret ediyorum. Bu ara 7/24 ziyarete açık, biliyorum. Dünden kalan az makarnayı, iki adet köfteyi, yoğurdu, marulu, domatesleri, mercimek çorbasını, salçayı ve pideyi görüyorum.
Onlar bana bakıyor, ben onlara bakıyorum. “Tövbe yarabbim” deyip burun kıvırıyorum. Kahvaltılık çekmecesini açıp tereyağına uzanıyorum. “Bu kez karakılçık dilimimi kızartıp öyle süreceğim yağı, acık da tuz serpeceğim. Domates de iyi diger yanında. Sonra da bir çılgınlık yapıp, diğer dilimimi nutellalı yiyeceğim.” diyerek kendimi sevindiriyorum. Zaten bu ara ota boka ağlayıp, ona buna seviniyorum. Ve bunları durduk yere yapıyorum. Bir karmaşık ruh halindeyim, bilemiyorum. Biraz önce telefonda annemin; “Kızım, iyi besleniyor musun? Bak lütfen dikkat et, bağışıklığını sağlam tut, aman ha, iyi uyu, öyle sabahlara kadar dizi/film izleyeceğim diye ayakta kalma, maazallah hasta olma sonra. C vitamini alıyor musun? Bak, greyfurt yenmeyecekmiş ha, öyle okudum, ona göre! Bol portakal ye, seversin sen, kefir yapıp içmeyi unutma. Para lazımsa göndersin baban, ha kızım?” deyişini hatırlıyorum. Al işte, yine ağlıyorum. Allah’tan sonrasında gülerek bağlıyorum.
Demini güzelce alan çayımın dördüncü bardağını yudumlayıp, çikolatalı ekmeğin verdiği yalancı mutlulukla gülümsüyorum. Yalan, malan. Gülümsüyor muyum? Gülümsüyorum. O halde, bir dilim daha yiyorum. “Bana ne, benim bedenim, benim ekmeğim, kime ne?” diyorum.
Geç bir atıştırma yaptığım için, akşam yemeğini es geçeceğim sanıyorum. Sanırım kendimi kandırıyorum ama olsun bu günlerde her şey serbest, onun için tekrar gülümsüyorum.
Yerde üst üste dizili duran kitaplarımdan bir tane seçiyorum. Okumak istiyorum. Konsantre olup okuyabilir miyim, bilmiyorum lakin deniyorum?!. Yakın gözlüğümü en son nereye koyduğumu hatırlamaya çalışıyorum. Oysa, annemin verdiği, hani kolye gibi olan gözlüğü boyuna asma aparatını taksam, hiç kaybetmeyeceğim ama yok illaki dön dolaş arıyorum. “Telefondan çaldırayım da, nerdeymiş, sese gidip bulayım bari?” diye kendime soğuk espri yapıyorum. Ne bileyim, belki soğuktan uykum açılır diye düşünüyorum. Mutfakta bıraktığımı hatırlayıp, gidip alıp geliyorum.
Okuma koltuğuma oturup, adı üstünde okumaya başlıyorum. On ikinci sayfaya geldiğimde artık bulanıklaşan yazılardan, acık şekerleme yapmak zorunda olduğumu anlıyorum. “Göz kapaklarıma mandal takamayacağıma göre acık kapayıvereyim de şarj olayım.” diyorum. Şekerleme ne kelime, bildiğin ayı gibi uyuyorum.
Gözlerimi açtığımda kendimi ıssız bir adada, tek başıma, denizin kenarında yatar buluyorum. Şaka, şaka… Gözlerimi açtığımda kendimi havayı ve evi karartmış, geceyi çoktan yarılamış şekilde buluyorum. “Ya sığır, ya!” diye yine kendime kızıyorum. Çünkü; başkası yok, mecburen hep kendime kızıyorum. Normal insanlar gibi, en kısası ve en sağlıklısından doğru düzgün bir şekerleme bile yapamıyorum. Zaten bu ara neyi doğru düzgün yapabiliyorum?
Işıkları açmak için yavaşça kalkıyorum çünkü; hızlıca kalkarsam başım döner, biliyorum. Bu arada “Rüyada mıyım ki?” diye sorguluyorum. Çünkü; üşüyorum!
İçim ürperiyor…
Işığı açacağım ama bir yandan da düşünüyorum;
“İçim Ürperiyor, Ya Evde Yoksam?” DiYorum!
İklim´in Dora´n
Çok Yalnızım Lan (ÇYL Hikayeleri)