Emperyalist devletlerin/güçlerin yüzyıllardır Ortadoğu coğrafyasında bitmez tükenmez habis planlarının olduğu ve bunun için de insan hak ve özgürlüğü dinlemeyeceği bilinen bir realite.
Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliğinin lokomotif devletleri Almanya ve Fransa için evet “demokrasi”, “temel hak ve özgürlükler”, “hukuk devleti”, “laik bir düzen” var olmalarının vazgeçilmezleri arasındadır; ama sadece kendileri için var olduğunda.
Diğerleri veya terbiye edilememiş devletler, toplumlar ise sadece görünürde demokrasiye de insan haklarına da layıktırlar! Diğerleri veya ABD ve AB için ortak bir paydada buluşamayan “devletçikler”; mesela İran olsun, Irak olsun, Afganistan olsun, Suriye olsun ve dahası diğerleri sadece yeryüzünün “efendilerinin” koydukları sınırlar kadar “var olmaya” layıktırlar.
Bugün, dünyamızda “bir şeyler” oluyor/kurgulanıyor. Tam olarak meydana gelen gelişmelerden sarih bir biçimde “haberdar” değiliz. İşte, burada medya denen aygıt devreye giriyor. Medyanın ve gazetecilik faaliyetlerinin; insanların ve toplumların “şekillendirilmesinde” veya istenilen istikamette “güdümlenmesinde” ki rolü yadsınamaz. Görmezden gelinemez.
Birkaç aydır dünyayı kaosa sürükleyen bir virüs belasıyla yönlendirilmekteyiz. Ben, esasında pek “komplo teorilerine” prim vermem ama insan, şöyle uygarlığın ve insanlığın entelektüel birikiminin geldiği aşamayı görünce, ister istemez tereddütte kalıyor. Bilgi teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler ve dahası bilimsel gelişmeler; işte herkesin takip ettiği nano teknolojik faaliyetler, robotik ilerlemeler, mikro teknolojik gelişmeler-çiplerin yaşamımız içindeki işlevi- laboratuvar ortamında “yapay” organizmaların üretilebilecek düzeye gelmesi… Velhâsıl, insanlık adına yine insanlığın gelişimi ve geliştirdikleri, son tahlilde insanın yutkunmasına neden olmakta.
* * * *
Fazlaca meraklılar ve okuyanlar bilirler ki, Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail’e hükmedenlerin birkaç elit aileden mütevekkil olduğudur. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri’nde “görünürde” bir Kongre de vardır, yine yürütme ve yargı organları; kısacası demokratik hukuk devletinde olması gerekenler “şeklen” vardır.
Esasında, dünyaya hükmedenler ve yön verenler ÇOKULUSLU ŞİRKETLER ile bu bahsettiğim gibi birkaç avuç bankerlerdir. Sahip oldukları sermayeyle dünyayı kendi habis emelleri doğrultusunda şekillendirmekte ve yön vermektedirler. Bu bağlamda, kendilerini gelişmiş ve medeniyetin zirvesinde addeden devletler; aslında bir avuç zengin ailenin istedikleri varlıklarına varlık katmaktır. Ya da sahip oldukları uluslarası şirketlerinin daha fazla palazlanmasıdır.
1989’da Berlin Duvarının yıkılması ve 1991 yılında S.S.C.B’nin dağılmasıyla beraber, soğuk savaş sona ererken, çift kutuplu dünya politik realitesi de yerini tek kutuplu AMERİKAN hegemonyasına bırakıyordu. Bu dönemden sonra neo-liberal ekonomik politikaların tedavüle sokulması, “küreselleşme” olgusunun büyük bir ivme ile dünyayı kasıp kavurması, emeğin ve sermayenin korunan duvarların gölgesinden kurtularak serbestleşmesine sebep oldu.
Egemenler, küreselleşme ve neo-liberal politikalar vasıtasıyla yeryüzüne sahte bir “dünya” vaat ediyorlardı. Kültürel, siyasal ve ekonomik tek tipçi bir yaşam tüm uluslara ambalajlanarak, kâh “yumuşak güç” ile kâh “dayatmacı” bir yöntemle sunuluyordu. Çift kutuplu dünyanın sona ermesiyle bir boşluğa düşen medeniyet kumkumaları, paylaşım savaşının devamı babında sığınacak düşünce ve tezler üretmenin peşine düştüler. Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri, şekillenecek yenidünya düzeninde tutunulacak dalların başında gelmekteydi.
Artık, egemenlerin dünyayı algılayışları ve tanzim etmeleri yeni tezler üzerinden yürüyecekti. Komünizm tehlikesi bitmişti. Sovyet deneyimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Amerika ve Avrupa için yeni bir “öteki” ve “öcü” lâzımdı. Zamanında, komünist tehlikeye karşı, bizzat kendi elleriyle kurup teşkilatlandırdıkları sözde “direnişçiler”, son tahlilde yenidünya düzeninde “öteki” olmuşlardı.
* * * *
11 Eylül hadisesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin, yani neo-conların, Ortadoğu’ya girmelerinin gerekçesini ve “meşruiyetini” oluşturuyordu. Daha önce de belirttiğim gibi, komünist tehlikeye karşı kurulup, silahlandırılan EL-KAİDE, TALİBAN vb. örgütler, artık dünyanın biricik ve tek uygarlığını yani Batı uygarlığını tehdit eder duruma gelmişti. Yenidünya düzeninde, İslam ve Müslümanlar, sıradaki “düşman” ve “öcü” idi. Bu bağlamda, BOP veya GOP projesi de, yeniden şekillendirilen dünya düzenine entegre olamayan Ortadoğu ülkelerini, uluslararası sisteme dahil etmekti.
Emperyalizm ve dolayısıyla kapitalist ekonomik sistem, yeryüzünü küreselleşme vasıtasıyla üretim ve tüketim dengesine entegre etmek için, sürekli olarak reklam bombardımanları ve medyanın büyük marifetleriyle kültür şokuna maruz bıraktı. Evet, bu bağlamda, küresel şirketlerin daha fazla kâr edebilmeleri için daha fazla üretmeleri, dolayısıyla daha fazla tüketim gerekmekteydi. 80 yılından sonra başlayan kültürel ve ekonomik sömürü düzeni, gelişmekte olan ülkeler üzerinde olumsuz yönde tesir yarattı.
Dünyanın batı ve kuzey tarafı büyük bir zenginlik içinde, yine yüksek bir refah ile yaşam idame ederken; şatafat, debdebe, aşırı tüketim, israf… Öte yandan dünyanın doğu ve güney kesimleri ise, yoksulluk, mahrumiyet, açlık, hayatta kalma mücadelesiyle, kendisine dayatılan yaldızlı dünyayı çözmeye çabalıyordu.
Esasında, dünya egemenliği için, TEK DEVLET, TEK DİL, TEK DİN hedefinin gerçekleştirilebilmesi için 11 Eylül saldırısının ve sonrasında “Haçlı Seferberliği” diye adlandırılacak kontra saldırıların temel gayesi, OD coğrafyasında bulunan zenginlikler idi. Öngörülebilir zaman diliminde enerji kaynaklarının tükenecek olması, bu bağlamda Amerikan halkının yaşam standartlarının devamının ve daha fazla tüketmesinin yolunun daha fazla üretmekten geçtiği gerçekliğinde, enerjiye gereksinim bağlamında paylaşım savaşları alevlendirildi.
Irak ve Afganistan’ın işgalinden beridir bizim OD coğrafyasında tecrübe ettiklerimiz, işte bu büyük hedeflerin kotarılması çabalarıdır. Batı uygarlığının refahı ve kalkınması; halklarının yaşam standartlarının muhafaza edilmesi, silah ve petrol şirketlerinin ihya edilmesi, pekâlâ Arap halklarının diktatörlerin ellerinden kurtarılması için değildi.
* * * *
Arap Baharı hareketleri de bizde olduğu gibi tüm dünyada da “algı” yanılsamasına neden oldu. O vakitler biz, birdenbire, domino taşları misali Arap Devletlerini sarıp sarmalayan halk hareketlerini; sadece özgürlük ve fakirlik ateşi olarak telakki ettik. Bunların Arap toplumlarının “iç dinamiklerinden” kaynaklandığına daha fazla inandık veya “inandırıldık”! Hiç düşünmedik, bu halk hareketlerinin “dış dinamikler” ayağını!
Yukarıdaki paragraflarda da ifade ettiğim gibi, çift kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra, Batı uygarlığı bir boşluk içinde gelecek dönemlere istinaden bir kurgu yapmanın peşine düştü. Yenidünya düzeni çerçevesinde yeni hasımlar belliydi: İslamî terör veya köktenci faaliyetler. Sovyet deneyimleri döneminde, komünizm tehlikesine karşı konumlandırılan İslamcı hareketler; dönemin bitişinde merkezden koparak, daha açık ifadeyle denetimden çıkarak, “Siyasal İslam” çerçevesinde terör faaliyetlerine yöneldiler. Aslında, burada bir karşıtlık da gözetilmelidir: Bu, sözde zamanında direnişçi diye desteklenen yapılar, sonra birdenbire bumerang misali Siyasal İslam adında Batıya yönelmiştir; ama burada en önemli husus, bu yapıların bizzat Batılılar tarafından kurulup kollanmasıdır.
Aslında, Siyasal İslam, AMERİKA VE BAĞDIŞIKLARI ülkeler/devletler için de kullanışlı bir aparattır! SİYASAL İSLAM tecrübesine şöyle kısaca baktığımızda; Afganistan’ı, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı, Suudi Arabistan’ı, Birleşik Arap Emirlikleri(BAE)’ni, Mısır’ı, Libya’yı, Tunus’u, Fas’ı, Cezayir’i içine alan “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da” oluşmuş bir coğrafyaya hükmetme “büyük idealini” görürüz.
Neden?
Açık kaynaklarca da bilinen doğrultuda dünya petrol rezervlerinin yüzde 70’i Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dadır. Yine, dünyanın en büyük petrol rezervleri sıralamasında yüzde 19,8 oranıyla Suudi Arabistan birinci, ikinci sırada Kanada gelirken, yüzde 10 oranıyla üçüncü sırada İran, yüzde 8,5 oranıyla Irak dördüncü, beşinci ise yüzde 7,7 oranıyla Kuveyt’tir.
Bu bağlamda 21. yüzyıl, enerji üzerinden yani petrol ve doğalgaz üzerinden paylaşım savaşlarına sahne olacak.
(Yukarıda verdiğim petrol rezerv oranlarını, Sayın Cüneyt Ülsever’in “Manzara-i Umumiye/AKP İktidarının Sosyo-Politik Analizi kitabından aktardım.)
* * * *
Tüm bu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da zuhur eden gelişmeleri, iç çatışmaları, etnik ve mezhep tabanlı kardeşin kardeşini katletmesini yukarıdaki cereyan bağlamında değerlendirmek gerekir, diye düşünmekteyim. Enerji kaynaklarının tahmin edilebilir rezervinin bu bölgelerde olması, yenidünya düzeni çerçevesinde ABD’yi, AB’yi, RUSYA ve ÇİN’İ, bu bölgelere “göbekten bağlamaktadır”.
80’li yıllar sonrası ve 90’ların başıyla beraber uluslararası sistemde bir Çin realitesini tecrübe etmek durumunda kaldık. Ekonomik olarak sürekli gelişen ve büyüyen Asya devini, dünyada sürdürülmek istenen siyasetlerde dikkate alınması gereken aktör durumuna getirdi. Bugün, bu coğrafyada oynanan oyunlara baktığımızda, bir cephede ABD ve AB varken, diğer cephede ÇİN, RUSYA ve İRAN gerçeği var.
ÇİN, artan üretim kapasitesi ve yine giderek gereksinim duyduğu enerji yüzünden OD’ya eklemlenmekte, hakeza İran, bölgede mezhepsel bir dizayn peşinde ve mezhep liderliğine oynamakta. Yıllardır Irak’ta olsun, Afganistan’da olsun, Suriye’de olsun, Libya’da olsun yaşanan iç savaş görünümleri, her ne kadar toplumların “iç dinamiklerinden” kaynaklanıyormuş gibi aksettirilse de, burada oynanan oyun, masum insanların kan ve gözyaşları üzerinden dünyaya hükmetmek veya enerjiye, yani 21. yüzyılda da vazgeçilmez meta olan petrole ve doğalgaza bağımlılıktır.
Amerika Birleşik Devletleri de Avrupa Devletleri de, yine mihverin öbür tarafını oluşturan Rusya, Çin ve İran da, bölgede daha çok “vekalet savaşlarına” yönelmekte; sözüm ona savaştıkları veya ortadan kaldırmaya çalıştıkları EL-KAİDE, IŞID, EL-NUSRA vb. üzerinden, ateşe dokunmadan “maşa vasıtasıyla”-taşeron- büyük emellerine ulaşma cihetindedirler.
SON TAHLİLDE…
Muhalefetin çok fazla üzerinde durduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’de neden bulunduğu sorusu akla gelecektir. Tabii ki, PKK, YPG, PYD gibi terör örgütlerini sınırlarımızdan temizlemek için, gerekli olan uluslararası sınırlar çerçevesinde müdahalede bulunduk.
Tabii, acaba bundan sonra olabilecekleri “öngörebiliyor” muyuz?
* * * *
Belki, kısaca, ülkemizin dış politikasına da göz atmak gerekebilir. Şurası bir gerçek, ülkemiz, AK Parti iktidarı dönemine kadar, “yurtta sulh cihanda sulh” şiarıyla komşularıyla denge üzerine kurulmuş bir dış politika izliyordu. Tabii burada askeri vesayetin olduğunu göz ardı etmemek gerekir. AK Parti öncesinde görünürde bir hükümet olsa da, ordunun dış politikada iç siyasette olduğu kadar “etkin” olduğu sır olmayan, ülkemizin gazeteci aydınları tarafından ikrar edilen bir reelpolitik idi.
3 Kasım 2002 yılında, iktidara AK Parti’nin gelmesiyle beraber, siyaset kurumu içinde dengeler değişirken, aslında iç siyaset “paradigmaları” yeniden belirlenmeye çalışılırken, dış siyasette, yıllardır hedefimiz olan Avrupa Birliğine girme şiarından ödün verilmeden devam edilmiştir.
Aslında, dış politikamızdaki “esaslı” değişim, Dışişleri Bakanlığına Sayın Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesiyle başladı. Uzun yıllar Sayın Erdoğan’ın yanında dış politikada danışmalık yapan Davutoğlu, aynı zamanda akademisyen kimliğine de sahip bir kişi. Dediğim gibi Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan Sayın Davutoğlu, dış politikayı;
-Stratejik Derinlik,
-Oynak Eksenli Dış Politika,
-Komşularla Sıfır Sorun,
-Pro-aktif Siyaset temelleri üzerinden yeniden olumladı.
Osmanlı İmparatorluğu geçmişinden gelen kadim geleneğe dayanarak, Arap Devletleriyle sıkı bir diyalog ve ilişki içine girildi. Ama, burada bir şeyi vurgulamak gerekiyor: O da ilk dönemlerinde gerçekten de Sayın Davutoğlu, izlediği siyasette başarılıydı. Pro-aktif bir yöntemle, komşularla sıfır sorun üzerinden sorun çıkmadan, diplomasiye dayanarak, geçmişten gelen kardeşlik hukuku ile dış siyaset olumlu bir biçimde seyrediyordu. Ama, işte sonraları hayalcilik içinde “Yeni Osmanlıcılık” peşinde koşma arzusuyla, “mezhep odaklı” bir siyasal düsturun benimsenmesiyle, dış politikada bir irtifa kaybı yaşandı. Bu bağlamda Sünni mezhebi üzerinden sürdürülen siyasalar, bizleri hem Suriye’de hem de diğer olası yerlerde bir bilinmezliğe çekebilmektedir. Bakalım ilerleyen süreçlerde bizleri nasıl bir manzara bekleyecek, hep beraber göreceğiz.
Tabii ki umudumuz ve arzumuz, bölgemizde ve yurdumuzda sükûn ve huzurdur.