Sanırım altı yaşlarındayım. Gecenin bir vakti uykumdan uyandım. Aynı odada yattığım kardeşlerim ağlıyor… Ben, bir yandan gözlerimi ovuşturup kendime gelmeye çalışıyorum diğer yandan da ne olup bittiğini anlamaya… Halbuki ne olduğu belli… Çünkü birçok gece aynı gürültüler… Annemin ağlama sesleri… Bir süre sonra da kardeşlerimle benim ağlama seslerimiz karışıyor annemin çığlıklarına. Acı dolu çığlıklarına… Bizim de canımız yanıyor. Korkuyla karışık çaresizlik hissediyoruz. Annemize yardım etme dürtüsüyle birlikte, fiziksel yetersizliğin farkındalığını da duyumsuyoruz. Neyse, o gece annemlerin odasına yaklaşmadan edemedim. “Bu kez nasıl bir yöntemle dövüyor acaba?” merakı değil ama… Bu, başka bir duygu, başka bir dürtü. O duygu, dürtü beni adım adım yaklaştırıyor diğer odaya. Kapıyı çalıp içeri girmek cesaret istiyor. O yaşlarda öyle bir cesaret yok. Ben de isterdim bacaklarına yapışıp “yeter” demeyi. Ama istediğim olmuyor, ben istediğimi yapamıyordum…
Odanın kapısı eski tip bir kapı. Anahtar deliği nispeten büyük. Gözümü deliğe yaklaştırdıkça korkuyor ama diğer taraftan kendimi bakmaktan alıkoyamıyordum. Tam anlamıyla o “birkaç saniye” gerçekten çok çok uzun bir süre… Kafam, kapının anahtar deliğiyle birleşiyor sonunda. Görüyorum… Annem tek kişilik koltuğun üstünde… Kendine yönelen saldırılardan daha az zarar almak adına dizlerini göbeğine kadar çekmiş, ellerini ileri doğru uzatmış, parmaklarıyla “beş” sayısını gösterircesine karşı tarafa yalvarıyor; vurmaması için, saldırılarına son vermesi için. Yani, amacı “beş” parmağını ortaya çıkarmak değil. O karşı taraf, tahmin edilebileceği gibi biyolojik babam. Acımıyor, vuruyor… Vurdukça bağırıyor, bağırdıkça vuruyor… İlginç ve engellenemez bir öfkesi var. O döngü içinde vuruyor, bağırıyor, vuruyor, bağırıyor… O berbat saniyeler boyunca izlediğim görüntüde annem soyunmuş! Kendi isteğiyle olduğunu sanmıyorum. Bunca yıldır da hiç sormuyorum. İstesem de soramam zaten…
Olayın idrak noktasında tıkanıklık yaşadığımı itiraf etmem gerekir. Tablo bu iken, sözde babam, eline bıçak aldı ve sallamaya başladı. Kesici bir aletin bedene girdiğinde çıkardığı “cılk-culk” türevinde sesleri ilk kez o gece deneyimledim. Sonra annemin vücudundan çıkan, akan kanları fark ettim. O ana kadar kendimi tutan ben, gözyaşları içinde kaldım. Sonra bağırmaya,yardım istemeye başladığımı net bir şekilde hatırlıyorum. Kimden? İşte o an kimden ve neyden olduğunu bilmeksizin sadece yardım istedim. Kardeşlerim de bana katılmasıyla “curcuna” büyüdü…
Sözün özü, sonuç itibariyle sesimizi duyan komşular müdahil olmayı başardılar. Gelip annemi “eşinin, aynı yastığa baş koyduğu adamın, 4 çocuğunun babasının elinden kurtardılar”.
Yıllar boyu bu kadar ağır olmasa da benzeri şiddet gösterilerine en yakından tanık olduk kardeşlerimle birlikte. Annem, bir gün evden çıktı ve dönmedi. Annemin hıncını, evin en büyüğü olduğum için benden çıkaran babam neyse ki bana daha insaflı davrandı. Hiç bıçaklamadı mesela beni. Anneme yaptıklarının yarısını bile yapmadı çok şükür. Yediğim dayağın verdiği acıyla dermansız kaldığımı gördüğü her an fiskelerine ara verdi. Bir nevi mola yani. O molalarda nelere nelere küfredip isyana karıştığımı sadece ben biliyorum bir de o yaşta isyan ettiğim Tanrı… Öyle ya, böyle bir eziyeti veriyorsa Tanrı da suçludur. O zaman benim için geçerli olan bakış açısı buydu… Konuya dönersek, annem birkaç ay sonra kredi çekip düzenini kurmuş. Polisle birlikte gelip bizi aldı. Kurtulduk. Sonrasında bir daha o dayakçıyı görmedik. Annem, yıllar boyu aldığı darbeler nedeniyle ilerleyen retina yırtılması, sinir kopması gibi sorunlar yaşadı, gözünün birini kaybetti. Ayrıca hepimizin profesyonel yardım alması 2+2’nin 4 etmesi kadar doğaldı. Öyle de oldu.
Yıllardır her gün kendime söz veriyorum; yenilmez sandığım ve hatta böyle olmasından korktuğum öfkemi çocuklarıma asla yansıtmayacağıma, eşime kesinlikle ne psikolojik ne de fiziksel şiddet uygulamayacağıma… Bu sözlerimin dayanağı maalesef ki iyi insan olmak değil. Korku… Biyolojik babam gibi olma korkusu. Kendi çocuğuma ya da çocuklarıma o yaşlardaki benim ve kardeşlerimin yaşadıklarını yaşatma korkusu… O korkuyu yeneli çok zaman olmadı. Yırttık bir nevi. Ama yaklaşık 15 sene sürdü o korku içimde. Hala ne evli ne de çocuklu değilim ama bir gün evlediğimde sözümü tutacağıma eminim artık.
Yıllar boyu erkek şiddetini veren haberlerden uzak kalmak istedim. Epey bir süre başardım da. Özgecan’ın katledildiği güne kadar. Sonra, ardı arkası kesilmeyen erkek şiddetinin hüzün yaratan örneklerini izledim, duydum, gördüm.
Ataerkilliğin beraberinde gelen cinsiyetçi söylemler, cehaletle harmanlanıp suça dönüşüyor. Bu suç, kadınların yüreğini yakıyor hatta canını alıyor. Toplum eksildiğini görmüyor, kendini tüketmek için çaba sarf ediyor… Ve biz erkekler hala “adam” olamadığımızı göremiyoruz. Gerçi bana göre erkekler kadar kadınlar da bu suçu paylaşıyor… Çocuğunu yetiştiremeyen anneler, eşine veya sevgilisine “dur” demeyen, ölüm getiren kıskançlığı sevgi belirtisi olarak algılayan tüm kadınlar suçlu. Biz erkekler kadar olmasa da suçlular…
“Özgecan dedim ya, sonra toplumda uyanış başladı sandım. O, öldürüldü ama kadınlar gözünü açtı…”
Bunun yanılgı olduğunu kavramam için Şule Çet’in camdan atılmasına gerek kalmamalıydı, Emine Bulut’nun boğazı kesilmemeliydi, Pınar Umay Baykan’ın 20 aylık çocuğunun gözleri önünde vücudu delik deşik edilmemeliydi… Sayfalar dolusu isim yazılabilecek ve her defasında insanlığımızdan utanabiliriz. Utanmak, çözüm sağlamak için yeterli adımı ifade ediyor olsaydı…
Kravat indirimi yapan mahkemeye sorumluluk yüklemek, gecenin bir vakti sokakta dolaşmasını bahane görmek, etek giydiği ya da gülümsediği için “arandığını” iddia etmek, eve gelmesini fahişeliğine bağlamak, konuşmasını ve dertleşmesini “istediğine” yorumlamak çok daha kolay oldu. Halbuki eksin kalan insanlığımızı, yok edilen umutlarımızı sildik bu kirli düşüncelerle. Öldürdük kadınları. Tecavüzcüsü ya da kocası ve sevgilisi hatta reddedilen sevgili adayı tarafından öldürülen, şiddet gösterilen tüm kadınların sorumlusu biziz; sensin, benim, hükümet, muhalefet, medya, STK… Hepimiziz!