Ruhu gri olanların gökyüzünde yıldız olmazmış. Kişi, bembeyaz ruhunu siyaha teslim etmeye başladığında yıldızlar birer birer eksilirmiş göğünden. Ne zaman ki beyaz siyaha karışır, griye boyanırmış insanın ruhu; işte o zaman gökyüzünde yıldız kalmazmış.
Benim göğümde yıldız yok. Gerçi hiçbir zaman olmadı. Karanlık düşüncelerin içinde boğulduğum hiçbir gece göğümde yıldız göremedim. Biri bana yardım eli uzatsın diye çığlık attığım dakikalarda tek bir yıldız parlamadı gökte. Benim gibiler fener ışığına alışıktır. Ay, Güneş’in ışığını yansıtırmış. Bütün ışığa tek başına sahip olacak kadar bencil olan Güneş’in aleyhinde hiçbir şey söylenmez ama Ay’ın ışığı için hep “sahte” derler. Ay’ın çocukları için yaşanan her şey sahtedir. Hayatımıza dahil olan insanlar, başımıza gelen güzellikler, elde ettiğimiz başarılar… Hepsi Güneş doğana kadar gördüğümüz birer rüyadır. Ay’ın çocukları kaburgaları kırık gezer. Ayaklarının altında hep yaralar vardır. Yüzleri toz toprak içindedir. Ben, Ay’ın çocuklarından biriyim. Böyle metaforlar kendimi bir yere ait hissetmem için çoğunlukla yardımcı olur ama yaşadığım her şeyin gün açana kadar gördüğüm bir rüya olması kırık kaburgaların göğsümü parçalayıp üstümü başımı kan içinde bırakmasına sebep oluyor. İçinde her türlü şeytanı barındıran zihnim bulansın diye kurduğum hayallerin, zaten yaşadıklarımdan hiçbir farkı olmadığını fark ettim. İyi şeyler silinip gidiyor ama kötüler üzerine bulaştığında lekesi bir daha çıkmıyor.
Güzel günler göreceğimizi söyleyip duruyorlar ama her gün aynı rutini takip ederek geçip gidiyor. İyileşeceğimizi söyleyip duruyorlar ama takip etmemiz gereken yolu göstermiyorlar. Boğazımıza astıkları prangalardan kurtulacağımız günlerin geleceği hakkında güçlü bir iddiaları var ama gücün kendilerinde olmasını da seviyorlar. Terapistlerimden biri bana sürekli iyileşme vaadinde bulunuyordu ama bir sonraki seans geldiğinde bir adım ileri gitmiş olmuyordum. “İyileşmek istemiyorsun.” demişti bir keresinde. Annem de hep böyle söylüyordu. İyileşmek istemiyormuşum. Dünyaya gözünü açtı açalı nefes alamayan bir insanın karşısına geçip iyileşmek istemediğini söylemek herkese ne kadar kolay geliyor böyle. Bazen aklım almıyor. Gözünü kırpıp o bir saniyelik anda bütün güzellikleri kaybeden insanlara ahkâm kesmek ne kadar kolay geliyor. Sırf parlayacak mecâli kalmadığı için Güneş’ten ışık çalan insanlara parlamak istemediklerini söylemek, karanlıkta kalmalarının sebeplisi olarak parmakla onları göstermek. Herkesin söyleyecek bir sözü var ama herkesin düşüncesi bir temele oturtulmuyor.
Aynadaki yansımama bakıp işe yaramazın teki olduğumu düşünmediğim zamanlarda camdan dışarıya bakıyorum ve bunca güzelliğin orta yerinde nasıl böyle mutsuz olabildiğimi merak ediyorum. Kendimi işe yaramaz ve mutsuz hissetmeme sebep olan eleştirilerin sahibi olan insanlara kinleniyorum. Sonra dönüp bu insanlara bakıyorum. Benim başaramadığım ne başarmışlar ki acınası hayatlarında? Beni eleştirme hakkına sahip olmak için ellerinde hangi başarıyı tuttuklarını bulamıyorum. Öldüklerinde arkalarında tek bir iz bile bırakamayacak insanlardan yalnızca birkaçı. Bu insanlar Güneş’in cömertliği karşısında ışıl ışıl parlarken Ay’ın karanlık çocuklarını gölgede bırakıyor. Yeri geldiğinde birbirlerinin de üzerine basıyorlar. Beni en çok bu şaşırtıyor belki de. Sırtı sırta verdikleri dostlarına gün gelince paylarına daha fazla ışık düşsün diye bıçak çekiyorlar. Bu insanlara madalya takıp tepemize çıkarıyoruz. Sonra da ver elini terapi. Hastalığı yayan virüslere yol açmak için sağlıklı insanları katlediyoruz. Benim insanlara duyduğum öfkenin geçeceği bir gün olacak mı bilmem ama geçeceğine inanıp inanmadığımı sorsalar gram inanmadığımı söylerim. Yıllar önce yeterince kötü değillermiş gibi her geçen gün daha beter oluyorlar. Onlara dur demek istediğim için beni paramparça edip yolun kenarında bırakıyorlar.
Geçtiğimiz hafta bütün derslerime hiç aksatmadan girdim. Her zaman olduğu gibi notlarımı tuttum. Sanki hiçbir şey yokmuş, bir kurt içimi kemirmiyormuş gibi güldüm. Kime sorsan hayattan zevk aldığımı söylerdi ama o an bırakın hayattan zevk almayı, nefes bile alamıyordum. Yanımda duran ve yoldaşım olduğunu iddia eden insanlar olacaktır. Ama hiçbiri, yapılan bir espiriye gülerken dudaklarımın hafiften titrediğini ve nefes alamadığım için elimin göğsüme gittiğini fark etmez. Ben oracıkta son nefesimi versem bedenim yere devrilene kadar hiç kimse ruhumun çıkıp gittiğini anlamaz. Bakmak ve görmek arasında fark vardır. İnsanlar bu ikisi arasındaki farkı bilemediği için bazılarımız görünmez olur.Hayattan pek bir beklentim yok ama olsaydı şayet ölmeden önce yapılacaklar listemde hali hazırda gerçekleştirilmemiş elli küsür madde vardı. Onlar gerçekleşmedi ve gerçekleşmeleri mümkün değil. Şu saatten sonra yataktan çıkabildiğim her gün benim için bir lütuftur. Kafelerde, sinemalarda veyahut kayak merkezlerinde geçmeyen günü günden saymayan ve kapitalizmin köpeği olmayı “mutlu olmak” sanan insanlar tarafından mutsuz damgası yedim. Ama bu benim için bir sorun değil çünkü onların mutluluk anlayışı benim için koca bir ızdırap. Sırtımdaki yüklerle evde oturup kitap okurken ya da film izlerken ya da bujo yaparken bana eşlik etmeyecek insanları arkadaşım olarak görmüyorum lakin kişisel bir yanlışlarını görmedikçe postayı da koyamıyorum. Güneş ışığı altında parıldayarak beni sönük bırakan sonra da beni karanlık olarak adlandıran dostlar edinirken aklım neredeydi, hiçbir fikrim yok.
Bazı insanların bize armağan olduğunu söylerler. Hayatıma aldığım hangi insanı armağan olarak etiketleyebilirim, bilmiyorum. Ama sorun bu değil. Hiç kimseden armağan olmasını, dört dört davranmasını beklemiyorum. Benim tek beklentim, sırtımdaki deveyi ve göğsümdeki ayıyı bilmeden omuzlarındaki bir kiloluk çuvallar yüzünden çok yükleri olduğunu iddia etmemeleri. Onlardan ışıklarını benimle paylaşmalarını beklemiyorum ama Güneş’in önünü kesmesinler. Geceleri ve gündüzleri aynı tekdüzelik içinde geçen, her gün bir nefes daha fazla nasıl alınır diye düşünen ben, kimseyle başa çıkamıyorum artık. Sanki birileri benim iki gülümsememe göz koymuş da şu kadarcık mutluluğu fazla görmüş. Her gün birileri dizlerime tekme atıp beni yere düşürmek için uğraşıyor. Bakışlarıyla beni eziyorlar ama görüntümün sebebinin güçlü kalmak için hiçbir şeyi dışıma vurmayıp içimde saklamam olduğunu bilmiyorlar. İnsanlar yüzünden ben, her açıdan eksiliyorum. Ben aynaya bakamadıkça daha mı mutlu oluyorlar? Kendilerini daha mı güçlü hissediyorlar? Hiç oturup davranışlarının insanlara ne yaptığını düşünüyorlar mı?
Belki yaşamanın yolu budur. Bazıları ayakta durabilsin diye benim gibilerin düşmesi gerekiyordur. Birileri kazansın diye birileri daima kaybediyordur. Avuç içlerimi tırnak izi ede ede yürüdüğüm caddelerden ve çenemi sıka sıka oturduğum arkadaş grubu sohbetlerinden nefret ediyorum. Beni ben olduğum için değil de onlar rahatsız olmasın diye taktığım maske yüzünden seviyorlar. İçimdeki mutsuzluğu görecek gibi oldukları zaman “ne depresifsin sen de aman be” ile başlayan ve uzayıp giden itirazlara başlıyorlar. Kalkıp masayı terk etmek yerine yüzüne mutluluk maskesini takıyorum çünkü biliyorum, ne kadar terk edersem edeyim o masayı, hayat bu masalarla dolu. Terk edip durarak masaya oturmaktan kurtulamam. O masaya oturulur, herkes şikayetini eder, hayat çok zor be aga diye savaş naraları atılır ve işin sonunda tek bir şikayet etmeyen sen yüzünde bir gülümsemeyle orada oturduğun için “hayat bir tek senin yüzüne gülüyor” olursun. Gülümsemen sahte de olsa insanların baktığı tek şey görünüştür. Hiçbiri solan tenini fark etmez ama gülümsemen doğruca gözlerine batar. Sen bir ömür onların kahkahalarını izlersin ama senin tek bir gülümsemen ve mutluymuşsun gibi yapman onları rahatsız eder. İnsanlar bencildir. Ama her zaman hayvanlardan daha değerli olduklarına kânaat ederler.
Güneş’in devasa ışığını Ay’dan sakınan, bir gülümsemeyi bile bana fazla gören, hayatı kendilerinden başka herkese zehir etmeye ant içmiş, bencillikte doktora yapmış insanları kınamıyorum. Ruhlarını kemiren şeytanlar olmadıkça bizi anlamayacaklar.