Bu yazımda film incelemesinden ziyade filmdeki olayların hangisi bilim hangisi kurgu bundan bahsetmeye çalışacağım. Filmi izlemeyenler için spoiler uyarımı yapıyorum. Keyifli okumalar.
Filmdeki Dünya artık yavaş yavaş ömrünü tamamlamaktadır. İnsanoğlu da yaşanabilecek gezegenler bulmak ve buralara taşınmak ya da kolonize olmak için yıldızlararası bir keşif görevi başlatır. Gargantua adındaki dev bir karadelik yakınlarında 3 olası gezegen bulunur ve ekibimiz bu gezegenleri ziyaret etmek için yola çıkar. Buraya kadar olan kısım her ne kadar kurgu olarak görünse de olası gelecek senaryolarından biridir.
Ekibimiz yıldızlararası seyahati kısaltmak için Satürn yakınlarındaki bir solucandeliğinden içeri girerler. Solucandeliği ya da diğer ismiyle Einstein-Rosen köprüsü, uzay-zamanı bükerek çok uzak mesafeleri, kısa sürede katetmemizi sağlar. Filmde Romilly (David Gyasi) bu durumu bir kağıt kullanarak çok güzel anlatıyor. Bir A4 kağıdı alın, üst ve alt kısımlarda birer nokta işaretleyin. Bu iki nokta arasındaki mesafeyi kısaltmanın tek yolu kağıdı katlayarak belirlediğimiz iki noktayı üst üste getirmektir. İşte solucandelikleri uzay-zamanı bu şekilde bükerek uzak mesafeleri kısaltır. Şimdi bir solucandeliğine girdiğimizde ne olabileceğine bilimsel açıdan bakalım. “Ne olabileceği” diyorum çünkü solucandelikleri kuramsal, teorik cisimlerdir. Bir solucandeliğine girildiğinde merkez noktasında “spagettileşme” denilen olay sonucu takınılacağı ve enerjiye dönüşeceğimiz öngörülür. Yani teorik olarak bir solucandeliğinden canlı çıkmak pek mümkün görünmüyor.
Daha sonra ekibimiz Gargantua’ya yakın gezegenlere yaklaşmaya başlar. Fakat bir karadeliğin yakınına geldikleri için zaman onlar için daha farklı akmaktadır. Karadelikler gibi büyük kütleli cisimler, yakınlarında zamanı genişletirler. Yani zaman daha yavaş akar. Aynı durum hız konusunda da böyledir. Işık hızına ne kadar yaklaşırsak zaman bizim için genişler. Hatta bu vesile ile zaman yolculuğu yapılabileceği de konuşulmaktadır. Bu konuya ilerleyen yazılarımda değineceğim. Hız ve zaman konusuna geri dönecek olursak bu fenomen günümüzde bir deney ile ispatlanmıştır. Deneye geçmeden önce 1 saniye nasıl ölçülür ondan bahsedeyim. En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun iki hyperfine seviyesi arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 periyotunun karşılığı 1 saniyedir. Kısaca Sezyum atomu 9 milyar kez titreştiğinde 1 saniye geçer. Bu atoma bakarak zamanı ölçen cihazlara ise atom saati denir. Deneye dönecek olursak 2 adet atom saatinden birisi yerde hareketsiz tutulurken, diğeri bir uçağa konulur ve yüksek hızlarda bir müddet kaldıktan sonra uçak yere iner ve saatler karşılaştırılır. Sonuçta uçaktaki saatin yerdekine göre geri kaldığı görülür. Yani zaman, hız arttıkça genişlemiştir.
Son olarak başrolümüz karadeliğin içine girer ve kendini kızının odasında bulur. Gerçekte bir karadeliğin içine canlı canlı girebilmek maalesef yine mümkün görünmüyor. Bunun başlıca iki sebebi var. Birincisi karadeliklerin çekim kuvveti o kadar güçlüdür ki, çekimin etkisine giren elimizin işaret parmağı daha ayağımız çekim etkisine girmeden atomlarına parçalanır ve bütünlüğünü kaybeder. Diyelim ki burayı bir şekilde atlattık. Bu sefer de karşımıza muazzam bir basınç çıkıyor. Ve bu basınç bizi eziyor. Yani bilimsel olarak bir karadeliğin içine giremeyiz. Şimdi biraz beyin fırtınası yapalım ve karadeliğin merkezine ulaştığımızı düşünelim. Acaba ne olurdu? Karadelik dışında mekanda yani uzayda serbestçe hareket edebiliyoruz ancak zamanın akışına engel olamıyoruz. Karadeliklerden ışık hızı bile kaçamıyor ve Einstein’in dediğine göre uzayda hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez. Yani karadelik içinde mekanın akışına engel olamayız ama bu sefer de zamanda serbestçe hareket edebiliriz. Filmde de bize gösterilen budur. Başrolümüz karadelik içinde kızının odasının herhangi bir anına gidebilmektedir.
Yazımı filmdeki bir şiirden alıntı ile bitiriyorum;
Gitme o güzel geceye kibarlıkla İhtiyarlık yanmalı ve söylenmeli gün kapandığında; Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında.