Hastane bloğunun ortasında çatıya kadar geniş mermer karolarla çevrelenmiş boşluğun zemini iri çakıllarla kaplanmıştı. Diğer koridorların aksine seyrek kullanılan bu upuzun galeri boyunca yürüyerek çıkışa giderken az evvel indiği asansörde çalan müziği mırıldanıyordu.
Mırıltısına eşlik etmek için ellerini iki yanında birer kanat gibi dalgalandırırken daima oldukça küçük olduğunu varsaydığı kalbini sımsıkı kavrayan ve bir türlü bırakmayan tanımsız spazmın çözülmesini tekrar umutsuzca diledi. Bir yandan çakıl taşlarından başka hiçbir dizaynı olmayan boşluktan neden hoşlandığını anlamaya çalışıyordu.
Unutulmaya yüztutmuş eski düşlerin arka bahçelerinde insansız ve ıssız kuytularda onu bekleyen dilsiz ruhların gezinebileceği bir yer gibiydi burası. O ruhlar kimsenin bakmadığı, baksa da görmediği yerlerde gezinmeyi severdi. Bazen bir gölgenin, bazen de bir kokunun üzerine binerek kendilerini anlaşılır hale getirseler de çoğunlukla aslında hepsinin teker teker ardında bıraktığı birine ait olduklarını biliyordu. Onların hepsi bizzat onun ta kendisiydiler. Bazen küçük bir kız çocuğu, bazen genç bir kadın bazen de sanki yüzyıllardır yaşıyormuş gibi yorgun bir acize. Hepsi oydu. Onun dilinden en iyi anlayan onlardı. Onu en çok onlar tanıyorlardı çünkü.
Hayatın her halinde tıpkı bu çakıl taşları gibi bütün zemine yayılmış yüzlerce binlerce düşünceyi tekrar tekrar hatırlatmak için gene gelmiştiler işte. Muhayyelesi sınırsız gibi görünse de aslında şimdi bakmakta olduğu bu donuk ve anlamsız boşluk gibi loş ve durağandı. Burada cansız olmayı ansıtan birşey vardı. En şaşaalı cennet tanımlarının sıkıştırıldığı muhteşem tablolardaki durağanlık ve cansızlık türünden birşeydi bu. Yaşamın kocaman bir aldanmışlık olduğunu anlatan klastrofobik bir korkuydu.
Lunapark mankenlerinin yüzlerini boyayan renkler gibi. Varmış gibi görünen ama aslında olmayan gerçek gibi. Evet şimdi biliyordu. Korkunun kaynağını hatta ondan daha çok kaygının kaynağını biliyordu.
Bilinecek, bilmeye değecek h i ç b i r gerçek yoktu.