Öncelikle bu yazdığımı tüm duygularınızla düşünerek okumanızı istediğimi söylemek isterim. 11. sınıfta trafik kazası ile kaybettiğim Büşra’mın ruhunu bu şekilde yaşatabileceğimi düşünüyorum. İyi okumalar..
Çiçekçiden bir demet papatya almıştım. Aralarına kırmızı güller koyulmuş olsa da ağırlıklı olarak papatya vardı. Biliyorum ki sen papatyaları çok seversin.
Sevdiğime aldığım çiçeklerin hayat kadar güzel olabileceğinin farkına varamadığımın pişmanlığı içerisindeyim.
Çiçekleri koklaya koklaya gidiyordum sevgiliye. Ah, kim bilir ne kadar mutlu olacaktı bu çiçekleri alınce sevgilim. Çiçekleri alır sonra sarılırdı herhalde, belki biraz öyle kalırdı: Sol ayağı geriye doğru yukarıya kalkmış, tüm ağırlığını omuzlarıma yükler… Ben de kokusunu içime çekerdim. Sonra el ele tutuşup bir Mardin turu atardık. Kasımiye Medresesinin lalelerine bakarken hayal kurarız belki. Belki de ilk tanıştığımız yere gideriz. Onunla gezebileceğimiz o kadar yer var ki…
Her durduğumuzda yanaklarıma küçük buseler koyardı. Ben öpmeye kıyamazdım, belki bir kaç sarılma ve yanaklarını hafif sıkmakla yetinecektim ama olsun, onunla olmak her şeye değer…
Salına salına gidiyordum sevgiliye. Her şey uçacak kadar güzel, ama ona konacak kadar bağımlı. Şairin her ilhamda içtiği kahve kadar alışmıştım ona. Küçük boy, çok şekerli, hepsi bir arada kahvem…
Sokakta koşan çocuklar benim geldiğimi sevgiliye çok önceden söylemişti. Çeşmenin orada buluşacaktık. Sarılacaktık, o öpecek ben onu koklayıp huzura kavuşacaktım. Sonra Yukarı Mardin’e doğru yol alırdım. Çok seviyordum. Basit bir aşk değildi. Ben onu Allah için seviyordum. Aklım onda, kalbim onda, ibadetim ona… Mabedimdi adeta, kimseye veremeyeceğim bir mabet. Her attığı mesaj adeta tanrını namaza çağrısı gibi. ”Haydi sevgiliye… Haydi huzura… Şehadet ederim ki O’nu sevdiğime” ve kalbim ona ibadet için elimi telefona götürür.
Sokağın girişinde bir araç varmış. Fark etmedim onu, sevgiliye vereceğim demetleri koklarken virajda hızını alamayan otomobil çarpmıştı bana. Elimdeki çiçekler her yere saçılmıştı. Sevgim dört bir yana yayılmıştı. Cihadım olmuştu, Kızıl Elma… Bir Cuma günü mabedim darma dağın olmuştu. Şehadetimde yarin adı geçiyordu. Allah’ın varlığı, peygamberin Resul olması gibi onu çok sevdiğimi de söylüyordum ağzım kanlar içinde. Bir demir parçası saplanmıştı ciğerime, nefes alamıyorum sevgilim. Ağzımdan kanlar akıyor. Bir kaç nefes daha alayım. Seni görüp sonra alsın Azrail canımı ya da almasın; senle geçecek o kadar zamanımız var daha. Daha çocuklarımız olacak. Evi dağıtacağız, sen arkamızdan sayacaksın bize, biz de seni de zorla oyuna davet edeceğiz. Bir kız bir de oğlumuz olacaktı. Kızımız, Fatıma, senin gibi baksın, gözleri benim gözlerimden daha bir sürmeli olsun. İkimizin de gamzelerini taşısın, peltek konuşsun. Çok değil ya beş şey istedim şimdilik. Bir de oğlumuz olsun, bir isim bulamadım daha, ona ismini sen koyacaksın. Şöyle yuvarlak yüzlü, esmer, tombul yanakları olsun. Dudakları pembemsi olsun ama. Bir kızın huzur bulacağı aşkına sadık, eğlenceli bir oğlan çocuğu…
Gözlerim kararıyor sevgilim. Seni bir daha göremeyeceğimden korkuyorum. Korktuğumu söylemezdim san belki ama ne zaman korksam sana sarılırdım. Her şey geride kalırdı. Ama şimdi sarılmak da fayda etmeyecek gibime geliyor. Azrail kolumdan tutacak ve buralardan özellikle de senden gideceğim.
Diyorum ki sevgilim: keşke şehit düşseydim de adımı taşıyacak bir şey olsaydı. Artık senin için bir karanlıktan ibaret olacağım. Kalbim ölmeyecek, belki ruhum bir başka insanla seninle iletişime geçecek. Canım, çok sevdiğim, her şeyim. Çok sev sen de olur mu? Ruhumu taşıyabilecek bir beden bul ve çok sev…