AK Parti’nin siyasette vaadi ne idi?
“İnsan merkezli” siyaset…
Bunu nasıl yapacaktı?
Şunu kabul edelim ki…
AK Parti iktidarından önce, devlet aygıtı, siyaset kurumu ve toplumun üzerinde tüm azametiyle varlığını hissettiriyordu.
3 Kasım 2002’den önceki koalisyon dönemlerinde, devlet bazen rutin dışına çıkıyor, meşruiyet gözetmeyen faaliyetler içerisinde olabiliyordu.
Devlet aygıtı, tam anlamıyla sosyal yaşamda da siyasal yaşamda da ahtapot gibi tüm alanları kuşatmıştı.
Neyse…
Fazla uzatmak istemiyorum…
AK Parti’nin iddiası, devleti yaşamdan daha geri plana alarak, aslında devletle vatandaşı barıştırmak idi.
Tabii ki devlet, herkes için çok önemlidir.
Devlet olmadan insanların varlıklarını anlamlandırmaları güçtür.
Özellikle, 80 sonrası dönemde askerî darbe sonrasında, 82 Anayasasının aşırı bir şekilde devleti vatandaşından “koruma refleksi” ile donatılması, vatandaşların yasa ve anayasa ile “apolitik” bir konuma sürüklenmeleri, az önce belirttiğim üzere devletin gölge örgütlerinin rutin dışına çıkan faaliyetleri, vatandaşları devletine karşı “mesafeli” duruma getirmişti.
Uzattığımın farkındayım…
Son günlerde tanık olduğumuz üzere, toplumumuzda nahoş vakalar tezahür etmekte…
Ama, özellikle, demokratik hak ve özgürlük olarak addedilecek “eylemlerin”, devlet “şiddeti” ile engellenmesi, en başa dönüp AK Parti’yi sorgulamamıza neden olmakta.
Şunu da belirtilim. AK Parti, merkezin yani devlet ideolojisinin reddettiği çevrenin temsilcisi olarak iktidara gelirken, toplumla devlet arasında köprü olma işlevini de ifa edecekti. Gelgelim ki AK Parti, tek parti iktidarı olmasıyla beraber, güç konsolidasyonu sonrasında parti “Devletine” dönüşmüştür.
En başa dönersek…
AK Parti; siyaset kurumu içinde güçlendikçe ve karşısında kendini denetleyecek ve kontrol edecek alternatif partilerin/muhalefetin yetersizliğinden ötürü, çevre-merkez kuramı çerçevesinde, merkeze kendi kontrolü etrafında yerleştikten sonra, devlet aygıtı ile ayrı düşmemeye çalıştı. Önceleri, devlet aygıtının yaşamın her alanında etkin olduğunu ifade eden siyasal hareket, belirttiğim gibi dönem dönem zikzaklar çizse de devlet aklıyla ters düşmemeye çalışmıştır.
Dediğim gibi…
1980 sonrası dönemde, anayasanın aşırı koruyucu maddelerle teşekkül edilmesi, üst devlet organlarının, hükümet ile neredeyse eşanlı inisiyatif alabilecek yetkilerle donatılması, devletin vatandaşlarını sürekli denetlemesine ve kontrol etmesine vesile oluyordu.
Aşırı yetkilerle donatılmış devlet aygıtı, vatandaş öncelikli değil devletin önceliğiyle hareket ettiğinden, apolitik bir yurttaş prototipi hedeflendiğinden, devletin insancıl yüzü hep geride kalmıştır.
Temel hak ve özgürlükler bağlamında olsun, ifade hürriyeti bağlamında olsun, adil yargılanma bağlamında olsun, yine hukuk sisteminin balyoz gibi vatandaşın kafasına indiği dönemlerde; yani devletin aşırı kontrolcü ve baskıcı olduğu süreçlerde, insan hakları tartışmalıydı.
AK Parti ise çok farklı bir söylem ile iktidara geldi. “İnsan odaklı” siyaset, AB’ne üye olmak için çalışmalar, Türk Hukuk mevzuatının AB müktesebatı doğrultusunda daha “demokratikleştirilmesi” gibi çabalar, sanırım topluma “şirin” gözükmek amacıylaymış.
Son tahlilde, AK Parti, güçlendikçe ve devlet içindeki oligarşik güçleri ve vesayet odaklarını tasfiye ettikçe, devletle bütünleşen bir siyasal hareket olarak toplumda yansımaya başladı. Liberalleşme çabaları, ekonominin serbest piyasa tekeline terk edilmesi, devletin küçültülmesi ve özelleştirmeler, çağın gerçeklerini yansıtmayan hukuk mevzuatlarının revize edilmesi gibi girişimler, siyasal iktidarın devleti daha “demokratik” bir konuma getireceği algısına neden olmuştu.
İşte görüyoruz ki, devlet aygıtı içinde güçlenen AK Parti’nin neredeyse tüm bürokrasi katlarında gücünü tahkim etmesinden ötürü, hoşuna gitmeyen veya “iktidarını” zayıflatacak gelişmeler neticesinde, devlet gücünü kullanmaktan imtina etmemesi, kuruluş dönemlerindeki söylemleriyle zıtlıklar arz etmektedir.