BÖLÜM 3 • ÇİFT TARAFLI AYNA
★
Bir tarafımda şöminenin yakıcı sıcaklığı, bir tarafımda açık kulübe kapısından içeri akın eden soğuk hava dalgası ve bir tarafımda da kafama silah doğrultmuş bir adam…
Vina Hood İyi değildi. Hem de hiç iyi değil.
Ensemden aşağıya doğru ter damlalarının süzüldüğünü fark ediyordum. Titreyen ellerimi yumruk yapmakta gecikmedim. Geriye dönüp Bay Silahlı ile yüzleşmem gerekiyordu. Ancak bunu yapabilecek cesaretten yoksundum.
İşte, hırsız bile olsanız silahlar her zaman korku salardı.
Kanlı sarmaşığa yüz çevirip ağır ağır kaçınılmaza doğru döndüm. Kaşlarını çatmış silahını iki eliyle kavramış ve bacaklarını omuz hizasında açmış anlamsız bir nefretle bana bakıyordu.
Bunun üzerine ben de çattım kaşlarımı.
Robin Hood hırsızlık ilkeleri doğrultusunda Vina Hood olarak soygun yapacağım her bir evi en az iki hafta süreyle teftiş ederdim. Evin planı nasıl, içeride kaç kişi çalışıyor, günübirlik gelip giden hizmetli var mı, ev halkının sayısı kaç, kaç koruma evi bekliyor, hangi aralıklarla vardiyalarını değiştiriyorlar…
Tüm bu bilgileri ezberlerdim. Ardından sıra çalışanların yüz hatlarına gelirdi… Zihnime kazımadığım en ufak bir bilgi kırıntısı dahi olmadığına karar verene dek araştırırdım kısacası…
Fakat şimdi, karşımda dikilen bu adam bana fazlasıyla yabancıydı. Peşime takılan güvenlik görevlilerinden biri olamazdı. O zaman geriye tek bir seçenek kalıyordu… Bu adamlar benim durumumdan ayrı başka bir olay için buraya gelmişlerdi.
Peşimde değillerdi. Belki de peşinde oldukları kişi karanlık yabancıydı. Ki o da ortalarda görünmüyordu.
Etrafımda dönen olaya anlam veremiyor olmak bünyemi fazlasıyla yoruyor olsa da buradan kurtulup karanlık yabancıya hesap soracağım anı iple çekiyordum.
Üç dört adım ileri giderek silahlı adama yaklaştım. Tepkime karşılık geriye giderek “Kıpırdama dedim,” diye bağırmıştı.
Ama Vina Hood, bir şey yapmaya karar verdiyse kimse onu durduramazdı. Korku bile…
İlerledim, ilerledim ve ilerledim…
Sonra da pişman olacağım şeyi yaptım. Mücevherat çantamı omzumdan indirip sapını bileğime dolayarak içindeki tüm ağırlığı silahlı adamın suratına çarptım.
O ana kadar gözlerimi adamın gözlerinden ayırmadığım için ne yapacağımı kestirememişti.
Ani hareketimin etkisiyle yere düştü. Geri çekilmeyerek çantayı defalarca vurdum kafasına. Kurtulmak adına çırpındı durdu. Başı kanamaya başladığında pes edip bayılmıştı.
Gevşek elinde duran silahı kotumun beline sıkıştırıp çantayı kulübenin köşesine fırlattım. Belki o mücevherler uzun süreli bir emeğin karşılığıydı ancak bu karışıklıkta omuzlarımı saran ağırlıktan yoksun olmak istiyordum.
Saçlarımı geriye doğru savurarak kulübeden dışarı çıktım.
Yağmur şiddetini dörde katlamıştı. Gökgürültüsünün yoğun sesi kulakları sağır edecek cinstendi.
Sırılsıklam olan bedenime aldırmamaya çalışarak ağaçların arasına daldım. Kalbim, korku pompalıyordu damarlarıma. Adrenalinden ölmek üzere gibiydim.
Küçük adımlarla ağaçların arasında yol almaya başladım. Görünürde kimseler yoktu. Ara ara duyulan silah çığlıkları, suskunlukla buluşmuştu.
“Burada neler dönüyor ya?” dedim kendi kendime. Düşüncelerim, duygularım, hislerim… Her şey birbirine karışmıştı.
Azar azar ilerlerken önümde yatan çalı kümesinin arkasında bir adamın pusu kurmuş olduğunu fark ettim. Beni görmemişti. Görmemiş olması işime gelirdi.
Çamurlu zeminle savaşan botlarımın inatçı direncine rağmen adamın yanına yaklaştım. Belimde ki silahı sıkıca kavrayıp kabzasını, adamın ensesine sertçe geçirdim.
Boğuk bir ses çıkararak bayılmıştı. Hırsız olabilirdim ancak bir katil değildim tabii… Bu insanları öldürmeden etkisiz hale getirmeyi tercih ederdim.
Ceketimin ıslak koluyla ıslak yüzümü sildim. Pek etkili bir girişim olmamıştı ama görüş açım açılmıştı ez azından.
Saklı kaldığımı düşünerek yürümeye devam ettim.
Çok geçmeden bir başka siyah giyen adam karşımda belirdi. Yine arkası dönüktü. Adımlarımı hızlandırıp, koşarak, üstüne atıldım.
“Ne oluyor lan!”
Gibi bir cümle söyleyip çırpınıyor olsa bile sol kolumu boynuna dolayıp silahın soğuk namlusunu şakağına dayadığım an da put kesilmişti.
“K-kimsin sen?” diye sordu.
Sinsice sırıttım. “Azrail.”
Başka bir şey de konuşmadık çünkü önümüzdeki ağaçların arasından karanlık yabancı, aynı benim gibi esir almış olduğu siyah giyen adamı tutarak çıkageldi.
Dikkatimi dağıtmadan “Nihayet,” diye bağırdım.
“Bağırma!” diye bağırdı.
Almak istediğim çok fazla cevap vardı. Bir yerden başlamak gerekiyordu.
“Tüm bu olan şeylerin amacı ne? Nasıl birisin sen!”
“Bunu peşinde silahlı adamlar olduğunu söyleyerek gece gece kapımı çalan kız mı söylüyor,” sesindeki öfke fazlasıyla somuttu.
“O işi karıştırma. Bu adamlar o adamlar değil. Olayın benimle ilgisi yok.” Sağ elimdeki silahı daha çok bastırdım rehinemin kafasına.
“Benden cevap bekleme. Şimdi defol geldiğin yere dön.”
İlk başta bana bağırma dese de o da bağırıyordu. Ki bağırmak zorundaydı. Zira yağmur sesi, ses perdelerimizi bağlıyordu.
“Dönmüyorum,” dedim. “Biraz önce kanlı sarmaşığının önünde öldürülüyordum be… Açıklama yapmak zorundasın.”
Boynundan kavradığı adamı minik bir saniye için bile serbest bırakmadan yere eğildi. Yoğun sis ve karanlıktan dolayı ne yaptığını göremiyorum ancak tekrar doğrulduğunda elinde, mücevherat çantam vardı.
Soluğulumu yutarak konuşmasını bekledim. “Evet ve sen de öldürülmemek için, içinde ne olduğu belli olmayan bir çantayı kullandın. Harika!”
Islak saçlarım daha çok ıslanıp yüzümle bütünleştiren geri adım atmamıştım. “Bu… Bu seni ilgilendirmez.”
O da geri adım atmadı tabii. “Benim sırrım seni ilgilendiriyorsa eğer seninki de beni ilgilendirir. Bakalım… Çantanda ne varmış.”
Ben daha itiraz edip karşı atağa geçemeden çantanın femuarını çekmiş mücevherlerimi çamurlu toprağın üzerine saçmıştı. Rehinelerimiz ise birer mumya misali şahitlik ediyordu sergilediğimiz tiyatro oyununa.
Mücevherler dört bir yana dağılıp bu kör durumda toplanmayacak boyuta ulaştı. Karanlık yabancı ise alayla devam etti sözlerine. “Anlaşılan sır saklayan tek kişi ben değilim. Çift taraflı bir hikaye bu.”
Yutkundum. Aklıma gelen düşünceyi onunla paylaşmak istemiyor olsam da içimde büyüyen merak fidesi, irademi durduracak güce asit dökmüştü.
“Bir anlaşma yapalım,” diye bağırdım.
“Nasıl bir anlaşma?”
“Sen bana kendi sırrını anlat ben de kendi sırrımı sana anlatayım. Güneş doğduğunda da hiçbir şey olmamış gibi,” omuzlarımı silktim. “Herkes kendi yoluna gider.”
Bir müddet düşündü. Sözcüklerimin kafasında çınladığını tahmin edebiliyordum. Neyse ki çok bekletmedi. “Önce şunlardan kurtulalım.”
Şunlar dediğinin rehinelerimiz olduğunu biliyordum. Adamlar ellerimizin altında titrerken aynı anda ikisinin de kafasını ağaçlara vurup baygın bedenlerini yere bıraktık.
Sonrasında karanlık yabancıya yaklaşıp anlaşmamı yeniden dile getirmiştim. “Kabul ediyor musun?”
Evet demedi. Yalnızca “Düş peşine,” demekle yetinmişti. Eh, bu da bir ‘evet’ sayılırdı sonuçta.
“Sıcak çikolata ve sandviç de istiyorum,” dedim.
“Ben sıcak çikolata içmem.”
“Kahve içersin o zaman.”
“Madem öyle sandiviçler senin. İçecekler benim.”
“Kabul.”
Birlikte kulübeye doğru yürümeye başladık. Şimdi rol sırası çift taraflı ayna paradoksundaydı. O kendi saklısını tanımadığı bir kıza yansıtacaktı ben de kendi saklımı tanımadığım bir adama yansıtacaktım.
Sırf meraktan…
★