BÖLÜM 1 • SADECE BİR GECE
★
Ben, peri masalları ile büyüdüm. Uslu bir çocuk olursam Şirinler’i görebileceğime inandım hep.
Kitaplarda geçen her bir büyülü sözü ezberledim. Ruhumun ve benliğimin pembe sihirle sarmalanmasına izin verdim.
Ev işlerinde hizmetçilerimize yardım ederek Sindirella olduğumu düşündüm bazen. Gözlerimi kapatıp inatla açmayarak prensini bekleyen Uyuyan Güzel’i gerçeğe dönüştürdüm.
Babamın verdiği kırmızı elmaları yerken bayılma numaraları yaparak Pamuk Prenses’i andım. Kırmızı pelerinimle evde koşuşturup hayali kurttan kaçtım. Dadım saçlarımı taradığında Rapunzel oldum. Pinokyo’yu anımsayarak hiçbir zaman yalana yaklaşmadım.
Evimizin yanındaki gölden seslerini duyduğum kurbağalar, potansiyel prens adaylarıydı benim için. Yüzme derslerine olağanüstü bir istekte gittim. Zira o zaman dilimde denizkızı Ariel, bendim.
Süslü bir dünya kurmuştum çevreme. İçine hapsolduğum şato, pembe pamuk şekerden ibaretti. Dünyanın rengi toz pembeydi benim için… Ta ki davetli olduğumuz bir dernek yemeğinde zenginliği ile ün salmış ailem, fakirleri dışlayıp onları, ayrı bir boyuta aitmiş gibi gördüklerini açıkça belli edene dek…
O olay benim için dönüm noktası olmuştu adeta. Tüm insanların eşit olduğunu düşündüğüm hayattaki farklılığı keskin bir şekilde görmemi sağlayan babam, gelişen karakterimin gidiş yolunu değiştirmişti.
Davet yemeğinden sonra odamdan hiç çıkmayıp peri masalları ile dolu olan kitaplarıma bakmıştım yalnızca. Dünya toz pembe değil kara bulut rengindeydi ve benim şatomun pamuk şeker kaplı tatlı duvarları güneş ısısından ötürü erimeye başlamıştı.
18 yaşıma gelip üniversite sınavında başarısız olduğum sene ailem, onları utandırdığımı söyleyerek bir saatlik nutuk çekmekten kaçınmamışlardı. Aslında zengindik. Hem de çok zengin… Ama sırf başkalarının gözüne batmasın diye vakıf üniversitesine gitmem olanaksızdı.
Nöbetleşe konuşmuşlardı. Onları dinledim. Fakat anlatmak istediklerini anlayamadım asla. Çünkü yalnızca ayağımın altındaki halı desenini izlemiş bir mesleğimin olmasını istemediğime karar vermiştim.
Nihayetinde seneye daha sıkı çalışacağımı söyleyip nutuktan kurtulmayı seçerek çıkmıştım salondan. Ancak asıl kararım, üniversite sınavına tekrar girmek değildi…
Asıl kararım; hırsız olmaktı. Ben hırsız olup dünyaya adalet dağıtmak istiyordum. Zenginden çalıp fakirlere dağıtmak istiyordum. Artık idolüm, göz kamaştıran hayatlar yaşayan prensesler değil, Robin Hood’un ta kendisiydi.
İlk başta evden başlamıştım. Ailemin gözüne çarpmayacak eşyaları bir bir dışarı taşıdım. Fakat çok geçmeden kaynağım tükenmişti. Yine de çözüm yollarım tükenmedi…
Kendi banka hesabımı dağıttım. Babam fark etti. Basit açıklamalarla kurtulsam da bir kere şüphelenmişti işte…
Bundan sonrası için daha dikkatli olmam gerektiğinin bilincinde olarak dış pazara açıldım. Etrafta gözlemlediğim zenginlerin mülklerine dadandım.
Artık iki farklı kişi olmuştum. Gündüzleri üniversite sınavına çalışan uslu kız Lila Haner… Geceleri ise hayır işleyen hırsız Vina Hood idim…
Mutluluk, iki karakter arasına sıkışmıştı benim için…
Şimdi, takvimler 3 Kasım 2019’u saatler ise 00.01’i gösterirken yollardaydım. Sırtımda, içini ağzına kadar mücevherle doldurduğum çantamla körlemesine koşuyordum. Peşimde de şey vardı işte…
Siyah takım elbiseler içindeki adamlar… Vurgun yaptığım villayı koruyan güvenlik görevlileri…
Babamın ününden ötürü beni tanıma olasılıkları çok yüksekti. Yani yüzümün saklı kalmasına sesimin duyulmamasına adımlarımın tanınmamasına özen göstermeliydim. Bu adamlar, şu an için Vina Hood karakterimi bitirebilecek güçteydiler. Ve o biterse ben yaşayamazdım. Çünkü mantığım Lila Haner iken kalbim Vina Hood’a bağlıydı.
“Hey! Sen, gel buraya.”
“Kaçamazsın!”
Arkama bakmak için bile duraksamadım. Saçlarımı savuran rüzgara takılan uyarı sözleri baş ağrısıydı benim için.
Çantanın kemerlerini daha sıkı tutarak koştum. Nefesim tükenmek üzereydi. Kalbim, göğüs kafesimi zalimce dövüyordu. Ciğerlerimde anlam veremediğim bir soğukluk vardı. Bacaklarım… Ah, bacaklarım ölesiye yanıyordu.
Omuzlarımı saran ceketin cebine attığım çikolatanın, bedenime çarpan varlığını hissetmek çok güzeldi. Kendisini bir an önce yemek için can atıyordum.
Koştum.
Bir taşın üzerinden zıplayarak…
Koştum.
Beremi düşürmek üzere olan bir ağaç dalının altından eğilerek…
Koştum.
Keskin kaldırım köşesini tekleyerek dönerek.
“Gel buraya!”
Kulaklarıma çarpan her bir tehdit dolu uyarı sözü, ayaklarıma kuvvet aşılıyordu sanki. Derin derin yutkunup tempomu arttırdım. Adamların içinde büyüyen Vina Hood’u yakalama arzusu ayakta alkışlanacak cinstendi gerçekten.
Botlarım asfalt yolu döverken bir yudum suya duyduğum ihtiyaç daha çok artıyordu.
Git gide etrafımı saran ışıkların azalmaya başladığını fark ettim. Biraz sonra da şehirin dışına çıktığımı anlamamı sağlayan o mavi tabela görünmüştü.
Zaten soyduğum villa merkezden fazlasıyla uzaktı. Sonuç olarak şehirden çıkmamam imkansızdı zaten.
Bir kalp atımı süresi kadar duraksadım. Ellerimi dizlerime dayamış iki büklüm çevreme bakarken karanlıktan başka bir şey göremiyordum. Esen soğukla birlikte gelen hafif yağmur damlaları, beremin üzerinden kafamı dövmeye başlamıştı bile.
Saklanacak hiçbir yer yoktu. Sadece… Ciğerlerimi soğuk havayla doldurdum. Sadece sol tarafımda uzanan ürkütücü orman dışında…
Tamam Vina Hood, korkusuz bir hırsızdı ama ruhumun Lila Haner’i barındırdığını da unutmamak gerek. Lila Haner, her şeyden korkan kırılgan bir prensesti ve ben yavaş yavaş Lila Haner kimliğime bürünmeye başladığımı hissediyordum.
Bir el silah sesi duymamla birlikte irkildim. Neyse ki çığlık atmamıştım ancak peşimdeki adamların kararlılığı ormandan daha çok korkutuyordu.
“Bir yola çıktık artık,” diyerek kesik kesik fısıldadım.
Sonrasında da yoğun koşuma tekrar başlamıştım. Yağmur, gökgürültüsü ile birlikte şiddetini arttırdı. Ben de ormana girdim.
Pantolonuma çarpan otlar, botlarımın altında can çekişen taş parçacıkları, ileriyi görmemi zorlaştıran karanlıkla birleşmiş olan sis…
Doğa, bugün Vina Hood’dan yana değildi sanırım.
Ağaçların kalın kabuklu gövdelerine dokunarak yürüdüm. Evet yürüdüm… Koşmayı bir kaç saniye önce bırakmıştım zira kalbim, bedenim ve zihnim daha fazlasını kaldırabilecek durumda değildi.
Hem… Adamların sesleri de azalmış gibiydi. Peşimi bırakmış olma olasılıkları yüksekti fakat ben talihle kumar oynayacak bir kız değildim. O yüzden sabah oluncaya dek bu ormandan çıkmamaya karar vermiştim bir kere.
Vina Hood, başladığı işleri asla yarım bırakmazdı.
Çakan şimşekle birlikte önümdeki patika yol ufak bir an için aydınlanmıştı. O esnada gözüme çarpan ahşap bir kulübe dudaklarıma hükmeden gülümsemenin yegane sebebiydi.
Adımlarımı hızlandırarak kulübeye yaklaştım. Minik pencerelerinden dışarıya hafif tonlu sarı ışık huzmeleri saçılıyordu. Muhtemelen içeride ateş yanıyordu.
Islak ördeğe döndüğüm düşünülürse… Bir parçacık ateşe ve sıcak çikolata dolu kupaya hayır demezdim.
Geceyi burada atlatmayı umarak kulübenin ahşap, gıcırdayan, merdivenlerini üç adımda çıkıp kapıya yanaştım.
Arkama son kez göz atıp karanlıkla yüzleştiğimde ise çoktan kapının yanındaki zile basmıştım.
İlk çalışta açılmadı. İki, üç, dört, beş…
Ve açıldı. Aynı anda içeriden yükselen sıcak hava dalgası yüzüme dokunmuştu.
Kapının önünde asık suratı, dağınık saçları ve eski kıyafetleri ile dikilen muhtemelen aynı yaşı paylaştığımız genç adama tebessüm etmeye çalıştım.
“Yardım et bana,” dedim cümleye nasıl gireceğimi bilemeyerek. Şimdi sırada hikayemi değiştirip olayı dramatize etme aşaması vardı. “Peşimde silahlı adamlar var. Ölmemi istiyorlar. Ailemden fidye alabilmek için beni kaçıracaklardı ama ellerinden kurtuldum. Bir saattir koşuyorum.”
Duraksamadan yaptığım açıklama sonucunda aldığım karşılık “Bitti mi,” den ibaretti.
Kaşları çattım. “Bitti.”
Adam, kapıyı yüzüme kapatmak üzere bir girişimde bulununca avuçlarımı kapıya bastırıp onu engellemiştim ancak ellerime bulaşan, karanlıktan dolayı hangi renk olduğunu göremediğim yapışkan bir sıvı, tüm olumlu düşüncelerimi yıktı.
Yine de can derdine düşmüş haldeyken bu sıvının ne olduğunu çözmeye çalışarak dedektifçilik oynamayacaktım.
Yalvarmaya başladım. “Peşimde silahlı adamlar var dedim. Geceyi geçirecek bir yere ihtiyacım var lütfen. Yardım et bana.”
Uzun bir an boyunca bakıştık. O bana baktı ben de ona. Tıpkı arkamda uzanan orman gibi karanlık görünüyordu. Eğer ona ormanın içinde rastlasaydım… Karanlık bir boşluk olduğunu düşünüp yanından geçer giderdim.
Elimdeki ıslaklığı pantolonuma sildim. Üstüme düşen yağmur, hala rakip takımda oynuyordu.
Nihayet hafifçe kafasını salladı. “Sadece bir gece için kalabilirsin.”
“Tamam,” dedim çabucak. “Sadece bir gece…”
İşte zafer Vina Hood’a verilmişti bile. Kapıyı biraz daha açarak kenara çekildi. İçeri girmek için yanından geçtiğimde kendi kendine mırıldandığını duydum.
“Sadece bir gece,” diyordu alçak perdeden. “Sadece bir gece…”
★