Sevgilim,
Bir insanın tek başına yaşaması ne garip…
Yıllarca, bir elin bir ele dokunmasından mahrumca yaşamak…
İnsanın yanında bir sevdiğinin olmaması; acaba vatansız bir insanın kendisini bir hiç gibi hissettiği topraklarda gezmesi gibi midir?
İnsanın bir sevdiğinin olmaması, yıllar yılı umutsuzca bir yerden bir yere savrulan vatansız insanların duyarsız hâle gelen şuursuzluğu gibi midir?
Biliyorum, aslında ben kendim suçluyum.
Kendi kendime yeteceğimi sandım.
Egomu büyüttükçe büyüttüm.
Öte yandan, hiç olmadık anlarda, kendimi yerin dibine soktukça soktum.
Akşamları başını yastığa dayadığında, ikinci bir soluk alış-verişinin olmayışını hissetmek…
İnsanlar, güzel havalarda elele dolaşırlarken, birbirlerine kur yapadururken, yaşamın tadına varırken, benim mahzun mahzun dalıp gidişlerim…
Ve, bu sahnenin tekrar tekrar yaşanması…
Ne garip…
Bilmediğim, görmediğim, varolduğundan bile emin olmadığım bir siluete dil dökmek.
Belki, ilerde olur diye düşündüğüm, beklediğim bir sevgiliye, dil dökmek, ne garip…
Ben, sevgilinin ne demek olduğunu hiçbir zaman bilemedim.
Hayatın yaptığı sınavlarda, sevgiliyle ilgili bölümlerde hep çaresiz kaldım; hiçbir zaman bir değerlendirmem olamadı.
Bir sevgiliyle dolaşmanın, bir sevgiliye dolu dolu “seni seviyorum” diyememenin acısını yıllar yılı belleğimde ve kalp yâresinde hissettim ve taşıdım.
Ah Sevdiceğim, her gün kendi kendime yaşam denen tiyatroda rol almak, ne zor.
Yaşam denen tiyatroda yaşadığım hayalkırıklıklarını, paylaşacak bir sevdiceğimin olmayışı, ne kadar da hazin.
Yaşamın karanlık dehlizlerinde, her yediğim vurgunda, kazıkta, darbede, tanıklık ettiğim riyakârlıklarda, hıyanetlerde, aymazlıklarda, adamsendeciliklerde sığınacak bir liman aramama rağmen; senin yanımda olmaman, yani zaman tasavvuru içinde, senin bu yaşananlara denk düşecek şekilde kader birliği yapmamış olman, tam anlamıyla felaketlerimdi.
Ah Sevdiceğim…
Bir nefese bu kadar ihtiyaç duyarken…
Bir nefese bu kadar özlem duyarken…
Neden, ben, yalnızlık girdabının içinden çıkamıyorum?
(. . . . . . . .)