Her şeyin siyaset olmadığı ama bazı şeylerin siyaset olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Siyasetçi, siyaset yaparken her daim ülkesinin ve devletinin âli çıkarlarını gözetmek durumundadır. Politikacıların, sarf ettikleri cümlelerin ağızdan çıktıktan sonra yaratacağı etki, bazen öngörülemeyen olaylara kapı aralayabilir.
Az önce de ifade ettiğim gibi, siyasetini yaşamlarının merkezine oturtmayan toplumlarda, güdülen politikalar da ikrar edilen politik söylevler de toplumda “Acaba” sorusunu sordurtmaz. En azından aklıselimle hareket eden politikacılar, ne dediklerinin “ayırdındadırlar”.
Ülkemiz ve dünyamız karmaşa ve kargaşanın hâkim olduğu bir gündem ile yolunu bulmaya, daha muasır bir medeniyet tesis etmeye meylederken, bazen sağduyusuyla hareket edemeyen ya da siyasetin popülizmine gark olan devlet “adamlarının” hem kendi ülkelerini hem de dünya uluslarını bir bilinmezliğe sürükledikleri tecrübeyle vakidir.
Bir ülkenin en son isteyeceği şey, ülkesinde ve kamu düzeninde bir arızanın çıkarak, o toplumdaki sosyal barışı etkilemesi olacaktır.
Türkiye’de de son günlerde kamuoyumuzu ve insanlarımızı en fazla “eyleyen” husus, siyasetçilerin söz söyleme popülizmine gark olarak sarf ettikleri cümlelerin ağırlığını ölçüp tartmadan ikrar etmeleridir.
Ülkemizde, bazı sosyo-siyasal tespitleri yapmak için politik retoriğe başvurulur. Bazen, belki de istenmeden söylenen sözler ve cümleler, kamuoyunda farklı bir algılamaya neden olurlar.
Bildiğiniz gibi ülkemizde son dönemlerde göze çarpan en popüler siyasal sembolizasyon “Yeni Devlet”, “Yeni Türkiye”, “Zamanın Ruhu” ve “İleri Demokrasi”dir.
* * *
Tabii, ülkemizde esasında yeni bir devlet kurulduğu felan yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hâlihazırda vardır ve ileride de varolmaya, en azından bizler bu yönde temennide bulunmaya, devam edeceğiz/edecektir.
Aynı minvalde “Yeni Türkiye” olgusu esasında değişen ülke koşullarını ve paradigmalarını izah etmek cihetiyle kullanılmak isteniyorsa da, kamuoyunda farklı anlamlara neden olmaktadır. Ülkemiz babında devletimiz de milletimiz de “tektir”. Herhangi bir başka ulus ya da devlet inşası söz konusu bile olamaz.
Benim üzerinde durmak istediğim husus, “Yeni Türkiye” olgusudur. Dediğim gibi, siyasetçilerin, değişen küresel konjonktüre göre hem yerel hem de bölgesel veya dünya ölçeğinde analizler yapmaları, içinden geçilen siyasal türbülansın ülkelerin sosyo-siyasal sistemlerini etkilemeleri, ülkeleri ve onların en üst örgütlenme modelleri olan devletleri bir değişim ve dönüşüme tâbi tutmaktadır.
Bilineceği üzere Türkiye, 3 Kasım 2002 tarihine kadar “koalisyon” hükümetlerinin yönetimlerinde aralıklı olarak krizlere sürüklenmiş, siyasal sistemde istenen “istikrar” yakalanamamıştır.
Ne denirse densin, Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılına kadar “Oligarşik Vesayet” ve “Jüristokratik Vesayet” altında dünya devletleri arasında varlığını sürdürmüştür.
Ordunun ve yargı organlarının siyaset kurumunun üzerindeki tesiri yadsınamayacak kadar belirgin iken, çevre hareketi olan AK Parti, iktidarının hemen hemen ilk beş yılında bu iki vesayet zincirleriyle mücadele etmeye kendini meyletmiştir. İşte, yine görece tartışılacak bir durum olmakla birlikte bugün serdedilen düşünceler, Türkiye’deki değişen sosyolojik ve siyasal paradigmaları izah etmek maksatlıdır.