Kış aylarında olmalarına rağmen, hava koşulları yaşantıyı pek fazla zorlamıyordu. Sanırım iklim de, insanların sahip olduğu gelgitli bir yapıya bürünüyordu. Bir gün soğuk olan hava, diğer gün sıcacık hali ile insanları ısıtıyor, canlıların canlılıklarına daha bir can katıyordu…
Kasaba yaşantısı malumdu… Küçük bir yerleşim yerinde nasıl yaşam tarzı varsa, burada da ona yakın bir hayat sürdürülüyordu. Geleneksel ritüeller, yaşantının içine sinmiş, değişime izin vermeyen kemikleşmiş bir otokontrol merkezi haline gelmişti.
Dede ve torun; şöminenin önünde yavaş yavaş yanan odunları izliyor, bir yandan da pencereden yağan kara gözlerinin ucuyla şöyle bir bakıyorlardı. Torun, kasabada tanıklık ettiği bir olayı dedesine anlatmak istedi…
Kasabaya geleli çok fazla olmamıştı. Birgün, sokakta gezerken, insanların kendisine çok dikkatlice baktığını sezinledi. Sadece bakıyorlar, dosdoğru yollarına devam ediyorlardı. Buradaki insanların tavırlarında bir tuhaflık vardı. Kasabanın; bulunduğu coğrafi konum itibari ile gelişme ve değişmelere kapalı olması, biraz da yeniliklere bilinçli olarak kapılarını kapatması, buradaki yaşam tarzının, neredeyse 50 yıldır neyse; hâlâ bu minvalde devam etmesine neden oluyordu.
Buradaki insan ilişkilerinin de çok sıcak olduğu söylenemezdi. Kasabanın misafiri küçük çocuk, burada sergilenen sosyal ilişkileri de anlamakta zorluk çekiyordu. Mesala, alışveriş için girdiği bakkala benzer bir yerde, insanların hiç konuşmaması, sadece önlerindeki ile ilgilenmeleri, gayet resmi bir ilişki ritüelinin sergilenmesi, ufak çocuğu iyice şaşırtıyordu…
Raflarda aradığı şeye bakarken, aynı anda derin düşünceler içinde, farketmeden, yaşlı bir kadına çarptığını sezinledi, kadından “özür dileyerek”, kazara meydana gelen çarpışmadan ötürü mahçup bir vaziyette, aldığı şeylerin parasını ödemek için tezgâha doğru yöneldi.
Fakat, yaşlı kadının, küçük çocuğun yanlışlıkla yaptığı davranıştan rahatsızlığını belli edecek bir biçimde homurtular çıkarması, yüksek sesle zamane yaşam örüntülerinin vurdumduymazlığını, kendi meşrebinden vurgulayan sözleri, çocuğun özüründen yeterince tatmin olmadığını anlatıyordu.
Yaşlı kadın, çocuğa dönerek, “Evladım sen toplum içinde nasıl davranacağını, nasıl hareket edeceğini bilmiyor musun? Sana birileri nasıl davranacağını öğretmedi mi? Aklın bir havada dükkanın içinde dolaşıp duruyorsun, sanırım sen yabancısın….” dedi, ve sonra, (. . .) Ahhh, bu zamane kuşaklar, hiç(!) bizim eski gençlik dönemlerine benzemiyorsunuz. Biz bir hata yaptık mı, utancımızdan yerin dibine girerdik…
Küçük çocuk, daha fazla beklemeden elindekilerin parasını ödeyip, evin yolunu tutmuştu. İşte, torun, dedesine başından geçen bu hadiseyi anlatmak istemişti. Zaten, şuan için, dışarıda yapılabilecek bir şey yoktu. Kar yağışı devam ediyordu. Başından geçen bu olayı dedesine anlatan torun, “Neden insanların bu kadar tahammülsüz ve hoşgörüsüz olduğunu”, dedesine sordu…
Dedesi torununa dönerek, kendisinin de çocukkene yaşadığı bir olayı, “Arkadaşı ile dere kenarında oturup, kızların okumalarının gerekli olup olmadığı yönündeki tartışmalarında, arkadaşının, kızların okumalarının hatalı olduğunu, bunun bizim atalarımızdan gelen örf ve âdetlere aykırı bir durum olduğu, kızların yerinin ev olduğu, kızların bu süre zarfında evlenene kadar çeyizlerini hazırlamalarını gerektiğini söylediğini” aktardı. Ve, bu konuda arkadaşı ile hemfikir olmadığını da torununa izah etti.
Dedesi, bu küçük hikâyeden sonra, torununa dönerek, aslında kültürel çatışmalar sadece kuşak farkından ileri gelmez, bizim örneğimizde olduğu gibi, aynı yaştaki insanlar arasında bile anlayış ve dünya görüşü farkı olabilir dedi. Pencereden dışarı baktıklarında, hâlâ kar yağmaya devam ediyordu…