Her şeyin bir ortası vardı. Örneğin gidiş-geliş arasındaki o ara nokta. Öyle bir yerdi ki burası, oraya vardığında gidiyor muydun, dönüyor muydun unutmak işten bile değildi. Dolayısıyla devam ettiğini sanırken aslında pek âlâ geri dönüyor, ilerlediğini düşünürken ise aslında basbayağı geriliyor olabilirdin. Ah, bir de tersi durumlar vardı: Tam orta noktada, her şeyden vaz geçip başladığın yere dönmek isteyebilirdin. Ve tuhaf bir yanılsama eseri yoluna devam ettiğinden nihayetinde vardığın nokta aslında dönmek istediğin o geride kalmış nokta olmayabilirdi.
Orta, işte böyle bir şeydi. Bu da şunun göstergesiydi ki, arayı bulmak ya da dengeyi gözetmek veya uzlaşmak her zaman iyi bir fikir değildi. Belki de bazen biraz sapmak, gereksiz görünen inat ve hatta tuhaf huysuzluklar amaca ulaştırabilirdi. En azından geldiğin yeri ve gittiğin yolu hatırlatabilir, hedefini kaybetmeden devam etmeni sağlayabilirdi.
Aklından geçenlerle kanaati pekişen genç adam, zirve yapmış bir cesaretle gülümsedi ve imzalaması için önüne sürülen sözleşmeyi ferah ferah parçalara ayırdı.
Devasa büyüklükteki binadan çıkarak yürümeye başladığında tamamen hafiflemişti. Bakışlarını gri kentin gri gökyüzüne kaldırdı, dakikalar önce aldığı kararın verdiği memnuniyetle gülümsedi.
Baş kaldırısı ona özgürlüğünü kazandırmıştı ve bilinmezlik hiç bu günkü kadar ümitlendirici olmamıştı.