Türkiye’de yazı yazmak babında sıkıntı çekilmese gerek. Günbegün gündem çarçabuk değiştiğinden…
Bir de tavanda ve tabanda “polemik” üretmek için emre amade bekleyenlerin çokluğu…
Ülkemizde yazı yazma açısından üretkenliğe neden olmakta.
Türkiye’de yıllardır bir “kaşıkçı kavgası” sürdürülmekte. Suni vaka ve sanrılarla ülke gündemi boş yere meşgul edilmekte. Gerçekten de çok ilginç bir ülkeyiz. Konuşmayı, “yorum” yapmayı, olur olmaz laf keserek konuşmalara dalmayı çok seviyoruz.
* * *
Konuşulan konu her ne ise mutlaka bir “düşünce ve görüşümüz” mevcuttur. Kâh dost meclislerinde olsun kâh arkadaş toplantılarında olsun kâh uzatılan bir mikrofona olsun, mutlaka yaşanan sorunu çözebilecek çareyi izah ederiz.
Dediğim gibi olur olmaz, bizim için hayatiliği çok fazla olmayan, yaşamımıza bire bir etkisi olmayacak gelişmeler ve değişmeler noktasında, hani atsak mangalda kül bırakmayız.
Bu durum bizleri “yönetenler” açısından da böyledir, “yönetilenler” yani bizler açısından da değişmez.
Haftalardır ülkemizin bir numaralı konusu, S-400 füzeleriyle F-35 savaş uçakları…
F-35 savaş uçaklarını Amerika Birleşik Devletleri’nden almaktayız, yine S-400 füzelerini ise Rusya’dan temin etmekteyiz. Bakıyorum da, daha çok yöneticilerin “kafa yormaları” gereken, yaşanacak “krize” çare üretmeleri gerekecek zümre, hükümetin ilgilileriyken, bir bakıyorsunuz toplumumuz da bu mevzularla yatıp kalkmakta.
Evet, Türkiye değişiyor. Türkiye değişirken de gelişiyor. Belki, artık bu tip cümleleri duymaktan bıktınız. Düşünsenize, 90’lı yıllarla milenyum yılları dediğimiz yıllarda, bu ülkede en basitinden “Kürt” kelimesini telaffuz edemezdiniz. Sürekli bir iç tehlike tanımlamaları yapılır; “devlet vesayetinin”, hükümetlerin ve toplumun üzerine “karabasan” gibi çöktüğü yıllarda “sakıncalı kelimeler” ve üzerinde kafa yorulmaması gereken sorunlar mevcuttu. Hiçbir kimse, kamu alanı diyebileceğimiz mekânlarda, devletin resmi politikası olan kavramları ve konuları ikrar dahi edemezdi.
Geçmişten bu zamana kadar toplumumuz bazı hususlarda aşama kaydetti, artık memleketimizde konuşulamayan hususlar rahatlıkla dillendirilebilir oldu.
Zaman geçip birçok şeyi değişime tâbi tutmasına rağmen, siyasetçilerin eski alışkanlıklarından vazgeçtiklerini de söyleyemeyiz. Sürekli toplumumuz suni ve yapay konularla meşgul edilmekte. Bizim hedefimiz, cumhuriyet tarihinden beridir “ileri bir uygarlık” olmakla birlikte, daha müreffeh bir toplum olmak olarak belirlenmiştir.
* * *
Ama, ülkemizin gerçek sorunlarından koparak, gündemi saptırarak, insanlarımızı boş işlerle oyalayarak, istenilen hedeflere ulaşmak zor gibi. Siyasetçilik “mesleğinin”(?), ne kadar zor bir uğraş olduğu senelerdir sabah gazetesi yazarı Sayın Mehmet Barlas tarafından dillendirilir durulur. Lâkin, bu zor mesleğin “erbabları”(?) da, halkımızı kandırma bağlamında ellerinden geleni yaparlar. Türkiye, 2002 yılında bir eşik noktasını aştı ve koalisyon dönemlerinden tek partili istikrar dönemlerine geçiş yaptı. Bu bağlamda bizlere seslendirilenler hep şunlardı: Artık Türkiye’de çatışmalar sona erecek, toplumu kucaklayan bir siyaset izlenecek, istikrar hep cephede korunacak, kalkınma ve adalet başat politikamız olacak şeklinde…
Ama gördük ki…
Yıllardır, bizler, hem de tek partili istikrar yıllarında sürekli olarak demokrasi mücadelesi verdik/veriyoruz, hukuk ile yatıp kalkıyoruz, iktisadî krizin içinden nasıl çıkarız derdindeyiz, insan hakları ihlalleri içinde boğulup gidiyoruz…
Gerçekten de sosyal yaşamlarımız artık çekilemez hâle geldi. Hemen hemen her gün bir cinayet haberi okumamız ve izlememiz normalleşmeye başladı. Aile içi şiddet, çocuk istismarı, hayvanlara reva görülen insanlık dışı davranışlar…
Ne oluyoruz diye düşünmemiz gerekirken… Sadece izlemekle ve kanıksamakla yetiniyoruz. Evet, Türkiye artık “eski Türkiye” değil. Ama, nedense çoğu uygulamalarımız ve davranışlarımız, “öykünmecilikten” öteye geçememekte. Senelerdir Avrupa Birliğine gireceğiz diye vermediğimiz “taviz” kalmadı. Avrupa Birliğinin sahip olduğu değerlere ve normlara erişmek için, hemen hemen tüm hükümetler ellerinden gelen çabayı gösterdi.
Dediğim gibi ya izlediğimiz politikalarda ya da saptanan stratejilerde duvara tosladık. Tamam, artık devletin kutsandığı, kişilerin etnik aidiyetlerinden ötürü toplumdan ötelendiği dönemler geride kaldı. Yine de bir bakıyoruz toplumumuzun entelektüel altyapısında da, üst yapısında da pek değişen bir şey yok gibi. Sığ düşünüyoruz, anlık tepkiler veriyoruz, analitik düşünmüyoruz, ânı ve günü kurtarma telaşının girdabına kapılıp gidiyoruz.
* * *
Ülkemizde en zengin yüzde yirmilik grupla, en yoksul yüzde yirmilik grup arasında, yüzde 7,5’lik bir oran var.
İşte Türkiye’nin realitesi budur: Ekonomi… İşsizlik… İstihdam… Üretebilmek…
Bugün neredeyse tüm kadroları muhafazakâr olan bir partinin yönetimi altındayız. Özellikle, reform denebilecek birçok değişimi, bu muhafazakâr- maneviyatçı partinin hayata geçirmesi, gerçekten de ülkemizin geldiği mesafe itibariyle önemlidir. Küreselleşen bir dünyada, yerel ile genel arasında köprü kurmak, yönettiğin halkın önceliklerini gözetmek, siyasetçilerin en birinci yükümlülüğüdür.
Dünyaya eklemleneceğiz ama bu hamleler, dünyanın gelişmiş ülkelerinin pazarı olarak telakki de edilmemelidir. Türkiye hanehalklarının bu anakronik durumu değişmediği sürece de, değişime inat zamanda tutulur kalırız; ve neden bizler de Avrupalılar kadar gelir elde edemiyor, gezemiyor ve eğlenemiyor diye ağlaşır dururuz!