Türk kaderciliği deyimini duydunuz mu? Muhtemelen hayır. Ancak 19. Yüzyıl Avrupalı yazarlarının, eserlerinde çeşitli bağlamlarda sık kullandıkları bir deyim bu.
Nereden mi geliyor? Hemen anlatayım:
19, yüzyıla kadar, Osmanlı coğrafyasında en çok ölüm ve tahribat savaş ve isyanlardan değil, doğal afetlerden ve salgın hastalıklardan geldi. Verem, suçiçeği, kolera, frengi ve en çok da veba… Tüm bu hastalıklar imparatorluk coğrafyasını adeta kırıp geçirdi. Ölümler ve hastalıklar imparatorluktaki ekonomik durumu ve gündelik hayatı her seferinde durma noktasına getirdi. Deyim yerindeyse, toplumsal bir buhran haline geliyordu her salgın. İrili ufaklı, çıldırtan salgınlar… Elbette önceki yüzyıllarda hastalıkların tedavi yöntemleri, korunma yolları, nerede ve nasıl ortaya çıkıp bulaştığı hakkında derin araştırmalar yapılamayıp, bu bilgi eksikliği tahribatı artırsa da, ilerleyen yüzyıllarda daha detaylı araştırmalar yapıldı, çeşitli ülkelerden ve doktorların bilgilerinden yararlanıldı.
Öncesinde, işlenen günahların ve sapkınlıkların bedeli olarak tanrıdan (Dünyadaki birçok toplumda farklı dinlerden insanlar buna inandığı için ilah olarak tanrı terimi tercih edilmiştir.) gelen bir ceza olarak addedilir, hatta bu hastalıklara karşı koymanın günah olduğu düşünülürken, özellikle imparatorluğun en uzun yüzyılında daha tıbbi açıklamalar ve bilimsel yöntemler benimsendi. Örneğin 19. yüzyıl sonunda başlayan bir kolera salgınının ardından yayınlanan bir raporda, İstanbul sularına kanalizasyon ve lağım sularının karıştığı, bu suların insanlara hastalık taşıdığı tespit edilmişti. Hatta, şehre gelen gemiler veya yabancılar vasıtasıyla taşınan birçok salgından birinde İstanbul’a gelen gemilerin içerisindeki salgın hastalıktan ölenleri denize atması dolayısıyla, kayıklarla seyahat etmekten bir süre vazgeçildi. Zira, üzerine deniz suyu sıçrayan kişilerin de öldüğüne dair vakalara rastlanmıştı.
Türk kaderciliği de, işte tam burada devreye girmekte
Birkaç senede bir gerçekleşen her salgına adeta binlerce kurban verilmesi, bu salgınları önlemek adına bir sürü çaba harcanması, çeşitli tedbirler alınması, raporlar alınması, gazetelerde halka çeşitli açıklamalarla nasıl hastalıktan korunması gerektiği açıklanmasına rağmen, salgın geçtikten hemen sonra, halk eski yaşamına, umursamazlığına ve kirliliğine geri dönüyor, kalıcı önlemler almıyordu. Öte yandan 19. yüzyılda devreye giren karantina uygulamasından kaçmak için vakaların bildirilmemesi de salgınların kısa sürede hızlı şekilde yayılmasına sebep oluyordu. Buna ek olarak, devletin de içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, mevcut olumsuz durumu adeta perçinliyordu.
Salgın hastalıklar ve afetler…
Salgın hastalıklar her vuku bulduğunda büyük ölümlere sebep olurken, diğer yanda zaman zaman kıyamet diye de adlandırılan yangınlar, saatler içinde koca bir alanı kule çeviriyor, insanlar cayır cayır yanarken, çığlıkları şehirde inliyordu. Özellikle yaz aylarında çıkan yangınlar, çoğu zaman kızartma yapılan kızgın yağların sıçramasından, sıklıkla da tam olarak söndürülmemiş bir sigara izmaritinden çıkıyordu. Tevekkeli değil, İstanbul yangınlarının bolca vuku bulduğu yaz aylarına “patlıcan kızartma zamanı” denmesi tam da bu sebeptendi. Yine birkaç yılda bir hatta bazen yılda birkaç kez çıkan yangınlar irili ufaklı şehri talan ediyordu.
Buna rağmen, yangının hemen ardından yine kargacık burgacık ahşap evler yapılıyor, yangına yine davetiye çıkarılıyordu. Yan yana yapılan ahşap binalar bir yana, sokağın iki yanına yapılan ahşap binalar arasındaki mesafe kimi zaman bir at arabasının dahi geçemeyeceği, kimi zaman ise iki atın yan yana geçemeyeceği darlıktaydı. Sokak demek doğru değil anca, benzeri bir duruma, Bursa Cumalıkızık’ta bulunan iki kagir evin arasında da rastlayabilirsiniz. Sokak değil ancak bina arasındaki yol, burada ancak ortalama bir kişinin geçebileceği kadar dardır.
Yine kagir yapıların devlet tarafından teşvik edildiği 19. yüzyılda dahi, çoğu zaman ahşap evin inşasının önüne geçilememiş, ancak ve ancak yeni yasal düzenlemelerle ve cezai bedellerle yeni ahşap binaların yapılması önlenebilmiştir. Ayrıca yeniçerilerin, siyasi figürlere veya çeşitli uygulamalara tepki olarak, kasıtlı bir şekilde yangın çıkardığı vakalar da sık sık olmuştur. Hatta bazen bu yangınları çıkaran yeniçeriler yangının şiddetinin artmasını beklemiş, bazen de müdahale etmek için ücret istemişlerdir. Önceki yüzyıllarda yangının önüne geçilmesi için yangının söndürülmesi yerine, yanında yöresindeki evlere sıçramaması için bu evlerin yıkılması da, bugünden bakıldığında oldukça ilginç, adeta şoke edici bir yöntemdir.
Özetle…
Tüm bunlara baktığımızda, Türk kaderciliği çok daha net bir şekilde anlaşılabilir. Birçok seyyahın, Osmanlı topraklarına getirtilen doktor, bakteriyolog, devlet adamı, askerlerin bu deyime değinmesi, tesadüfi değildir, ön yargılardan kaynaklanmamaktadır. Gerçekten de, toplumsal hafızamız maalesef çabuk unutmaya oldukça meyilli. Bunun geçmişteki izleri, Türk kaderciliğinin adeta bir milli huy olduğu gibi bir değerlendirmeye dahi haklı dayanaklar sunar.
Ne düşünüyorsunuz? Sizce hala Türk kaderciliği söz konusu mu? Yoksa zamanla bu durum değişti mi?
Önerilen İçerik: Neden Dünyanın Hiçbir Ülkesi Türkiye Cumhuriyeti’ne Saldıramaz?