Selam.
Yok.
Beş dakika önce bu yazıyı yazmaya karar verene kadar böyle bir giriş yapacağımı ben de tahmin etmezdim.
Hayata dair bildiklerimize kısaca bir göz atalım:
Bilimsel yöntemle şu ana kadar ulaştığımız bilgiler, bize evrenin 14 milyar yıla yakın bir yaşı olduğunu ve kaçınılmaz bir ısı ölümüne doğru ilerlediğini söylüyor.
Şu an beyaz arka plan üzerindeki bu siyah çizgilere bakıp bir şeyler anlıyorsanız, Türkçe bildiğinizi; bu yazdıklarımın Türkçe dediğimiz dile ait kelimelerin yan yana dizilişi olduğunun farkında olduğunuzu kabul ediyorum. Dünyadaki mevcut Türkçe bilen/konuşan insan topluluğu içindeki ezici Türk vatandaşı çoğunluğunu da düşünecek olursak, yüksek ihtimalle cebinizde benimkine benzeyen, üstünde TC Kimlik Numarası isimli 11 haneli bir sayı bulunan bir kart da taşıyorsunuzdur. Peki bu kadar insan, Türkiye ismini koyduğumuz bu kara parçası üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti dediğimiz soyut oluşuma vatandaşlık ederek ne yapmaya çalışıyoruz?
Diğer devletlere mensup vatandaşlar, kendi devletleri için ne yapıyorsa onu. Bir şeyler üreterek, karşılığında bir şeyler tüketme hakkı elde etmeye çalışıyoruz. Peki neden?
Hayata dair bildiğimiz tek bir gerçek amaç var, o da üreyerek genlerimizi aktarmak. Peki üremek aslında bu kadar kolay ve sınıf ayrımı gözetmeksizin her sağlıklı canlı için mümkünken, yani kısacası hayattaki bildiğimiz tek amaca ulaşmak pek de zor değilken, neden hâlâ mutsuzuz?
İyi ve Kötü
8 saat uyuyoruz. Amaç ne? 10 saat çalışmak. 10 saat çalışıyoruz. Amaç ne? Tüketmeye hak kazanmak. Tüketiyoruz. Amaç ne? Daha fazla tüketebilmek için ilk adımları tekrar etmek. Buraya kadar çizdiğim umutsuz tabloya bakıp birçoklarınız içinden şöyle demiş olabilir: “Hayat bu kadar da anlamsız olamaz. Eşimiz var, dostumuz var, gülüyoruz, eğleniyoruz. Kös kös otursak daha mı iyi?” Asıl sorun, inatla bir şeylerin bir şeylerden daha iyi veya daha kötü olduğunu sanıyor olmamız. İyi ve kötü, aslında sadece beynimizdeki birtakım kimyasal tepkimeleri daha kolay dışavurmak için uydurduğumuz iki kelime. Uydurduğumuz diğer tüm kelimeler gibi. (Zaten bu uydurulmuş kelimeler bütününe de “dil” diyoruz.)
Şimdi başlıktaki soruya geri dönüyorum. Çektiğimiz acıların bir önemi var mı? Hayır, yok. Çünkü acı da mutluluk gibi bencil sebeplerle yaşadığımız bir duygudan ibaret. İnsan çocuk sahibi olur, sevinir. Niye? “Çünkü genlerimi aktardım, ben ölsem de arkamdan üzülecek biri var.” İnsan sevdiği birini kaybeder, oturur ağlar. Niye? “Çünkü o kişiyi bir daha göremeyeceğim, onunla konuşamayacağım, onunla güzel anılar biriktirmeye devam edemeyeceğim.” Kısacası ikisi de “ben” merkezli duygular. Başkasının mutluluğu veya acısına karşı çoğu zaman bir şey hissetmememizin sebebi de bu. Çünkü bizi ilgilendirmiyor. En fazla, acı bir senaryoyla karşılaşınca, içimizden bu acıyı yaşayan kişiye üzülüp hayatımıza devam ediyoruz. Bunun sebebi de basit: “Ya bir gün aynısı benim başıma gelirse?” korkusu. Yani yine ben merkezli bir duygu.
Acıyla mutluluk arasında pek de bir fark yok. Biri hoşumuza gidiyor, diğeri gitmiyor. Sonunda biz de öleceğiz, ama istiyoruz ki ölene kadar hep mutlu olalım. Doğumla ölüm arasında bu mutluluğa erişmek için debelenip duruyoruz. Sanki mutlu olsak ölmeye hazır olacağız. Halbuki mutlu olduğumuzda istediğimiz tek şey, mutlu olmaya devam etmek. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi.
Herhalde biz delirmişiz.
Önerilen İçerik: Acılara Tutunmak: Acı Çekmenin Özgürlüğü