Sanata yapılan en güzel darbe; aşka düşmekten başka çaresi olmayan iki romantiğin, edebi zekaları ile harmanladıkları sevgilerini yüzlerce esere dönüştürmesi…Onları tanıyan tanımayan herkesin bugün bile ağızlarına dolanan, tekrar tekrar dinlediğimiz, bazen içimize aşkın korkusunu bazen de umudunu salan şarkıların satır arasında kalmış, hayatın baş kahramanları Çiğdem Talu & Melih Kibar’a hepimizden selam olsun…
Ruhların Tanışıklığı
Aslında hikaye onlar henüz tanışmadan önce başladı. Kader onları bir araya getirmeden önce bütün yollar sadece onlar karşılaşsın diye örüldü.
Edebiyatçı bir aileden gelen, aslında ingilizce öğretmeni olan Çiğdem’in her zaman kelimelerle arası iyiydi. Ailesi sıradan bir edebiyat sevdalısı değildi, Çiğdem ilk roman yazarlarından Recaizade Mahmut Ekrem’in torunuydu. Şarkılara söz yazmaya 1972’de arkadaşının ısrarıyla başladı. İlk söz yazdığı, Nilüfer’in seslendirdiği ”Ağlıyorum Yine” şarkısı oldu. Bu şarkı ile kendini söz yazarlığı alanında kanıtlayan Çiğdem söz yazmaya devam etti. 1975’te yapılan ve Türkiye’nin de ilk kez katılacağı Eurovision Şarkı Yarışmasına, Yeliz (Hayalimdeki Adam) ve Füsun Önal ( Minik Kuş) Çiğdem’in yazdığı şarkılarla katıldılar.
Melih o sıralarda kimya mühendisi olarak görev yapıyordu. Fakat o da notalara karşı koyamamıştı ve Eurovision Şarkı Yarışmasının sinyal müziğini yaptı. Bu yarışma için yaptıkları çalışmalar Çiğdem ve Melih’i farkında olmadan aynı projede bulunmuşturdu. Henüz yüz yüze tanışma fırsatı bulamayan Çiğdem ve Melih’in ruhlarının onlardan habersiz ilk tanışmasıydı.
Sonra bu tesadüflerin ardı arkası kesilmedi. Bir gün bir yerde yüz yüze gelene kadar birçok yerde tekrar tekrar karşılaştılar. Çiğdem, artık profesyonel olarak söz yazarlığına soyunmuştu. Artık daha çok şarkı dinliyor, kulağını her an müzikle dolduruyordu. Yanından hiç ayırmadığı plak Çobanyıldızı’ydı. Bu plağı özel yapan arka yüzündeki Frehnak parçasıydı ve Melih Kibar imzalıydı. Çiğdem bu parçayı her dinlediğinde kendinden geçiyordu, adeta gönülden bağlanmıştı bu müziğe… Adeta ruhu hissediyordu müziğin arkasındaki âşık olacağı adamı…
”İşte Öyle Bir Şey” Fırtınası
İşte Öyle Bir Şey şarkısının bestecisi olan Melih’le tanışmak isteyen Çiğdem, ortak arkadaşları olan Timur Selçuk’a bu isteğinden bahsetti. Aynı zamanda Melih’in hocası olan Timur Selçuk sayesinde tanışan ikili o an tanışma şansı yakalamasalardı bir kayıp yaşanmazdı. Çünkü kader dışarda kollarını sıvamış, onların tanışması için gereken düzeni hazırlıyordu. O dönem Marmaris’te yapılacak olan bir festival için Melih’ten beste yapması istenmişti ve elbette bu besteye söz yazacak olan isim de Çiğdem’di.
Melih Kibar, “Öyle ilk görüşte filan vurulmadım!” dediği ilk buluşma, 25 Mayıs 1975’te Küçük Bebek sırtlarındaki Cevat Bey Köşkü’nde gerçekleşti. Gecenin bir yarısıydı. Mustafa Oğuz, festival için Melih’i alıp Çiğdem’in evine getirmişti. Piyano tuşlarında ahenkle dans eden ellerini uzatırken Çiğdem, Melih çoktan düşmüştü inceden bir sızıya… Fakat böyle ilk görüşte çapılmalar, aşktan ölüp bitmeler, kapısında yatmalar yoktu; kanlı gözyaşlı bir aşk da değildi. Birbirlerine şarkılarla seslenen, içleri sıcacık eden bir aşktı bu, latifti…
Aşk Yolunu Bulur
Festivale özel hazırladığı beste için kolları sıvayan Melih bir yanda, o besteye en güzel sözleri karalamaya çalışan Çiğdem bir yandaydı. Sözleri karaladığı kağıdın altına günün tarihini attı ve Melih’e verdi. Tanıştıkları saatin simgesiydi o kâğıt artık Melih için ve bir ömür çerçeveli bir şekilde evinin başköşesinde saklayacaktı. Bu arada tanışmalarına vesile olan bu festival hiçbir zaman yapılamadı, ama onlar da bir daha hiç kopmayacaktı. Ve o günden sonra ayrılmaz ikili olarak pek çok besteye hayat verecekler ve o gece tohumları atılan ”İşte Öyle Bir Şey” şarkısı çıktığı andan itibaren listeleri sallayacaktır.
O gece Melih, onca beste arasından çok önce yapmış olduğu, “Hiçbir zaman ne için yaptığımı bilmediğim bir beste” diye tanımladığı o besteyi çaldı Çiğdem’e. Parmakları son notaya dokunduğunda, besteyi neden yaptığını anlayacağından habersizdi. Çiğdem, o çalarken besteyi kasete kaydetmişti bile ve sözlerini yazacağını söyledi.
Çiğdem’in sözleri Melih’in müziğine, Melih’in müziği de Çiğdem’in sözlerine adeta hayat vermişti. O şarkı, İşte Öyle Bir Şey’di…
Çiğdem, aslında içinde çığlıkları bile barındıran sessiz bir adım atmış, tüm hislerini sözlerine akıtmıştı.
“Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma”
Melih de o gece içtiği çayın tadını unutamayacaktı. Kesinlikle bir çay tiryakisiydi ve çayı limonlu severdi. O günden sonra bağlarını hiç koparmayacak ve Çiğdem de Melih’in limonlu çay sevdiğini hiç unutmayacaktı.
Sevdan Olmasa
Ağustos 1976’da, ”İşte Öyle Bir Şey” Erol Evgin’in sesiyle de taçlanmıştı. Ardından ”Sevdan Olmasa” geldi. Plak satışlarının patlamasının ardından Çiğdem’de sürpriz kararını açıkladı: “Artık yabancı şarkılara Türkçe söz yazmak yok!” Bu kadar değildi, bundan böyle çalışmalarının tamamını Melih Kibar ile yürüteceğini de özellikle bildiriyordu.
Çevrenin de zaten daha ilk şarkılarında başlamış bir bakışı vardı; Melih acaba Çiğdem’in genç sevgilisi miydi? Aralarında dile getirilmiş duygusal bir ilişki başlamamıştı, ancak Melih’in içine bir kıymık batmaya başlamıştı inceden. Ne olurdu sanki diye düşündü, ne olurdu Çiğdem ondan 12 yaş büyük olmasaydı.
Artık ayrılmaz ikili haline gelen Melih Kibar ve Çiğdem Talu, o yaz, şarkılarının çok tutmasının zafer sarhoşluğu içinde Polonya’nın Sopot kentinde yapılacak müzik festivaline gittiler. O günleri şöyle anlatır Melih Kibar:
‘’Bizim Çiğdem’le esas yakınlaşmamız galiba bu festivalde oldu. Yani normal ilişkilerde söylenen lafları birbirimize etmeye başladığımız yerdir Sopot. Ondan sonra artık kartlar açık oynanmaya başlandı, ama hep bunun dışarı yansımasını engelledik biz. Çünkü bunu insanların salt kadın-erkek beraberliği olarak yorumlamaya eğilimli olmaları bizim içimizi acıtıyordu, çünkü dışarıdan bakınca “Koca kadın gencecik, bugünkü tabiriyle çıtır, sevgilisi mi var?” diyecekler, böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı, bana da ters geliyordu.’’
Döndüklerinde artık besteci ve söz yazarı olmanın ötesinde iki sevgiliydiler. Ama aralarındaki yaş farkı, ikisinin de kafasında soru işareti yarattı hep.
İçimdeki Fırtına
Aralarında günden güne büyüyen aşkta ilk kez ayrılacaklardı Çiğdem ve Melih. Artık üniversiteden mezun olmuştu ve Kimya mühendisliği üzerine master yapmak için Londra’ya gidiyordu. Melih, babasıyla birlikte, kalbine oturmuş yumrusuyla uçağa bindi.
Gittiği ilk gece, Londra’da kıyamet gibi bir fırtına vardı. Melih, bu fırtınayı şöyle tanımıyordu. “Tarifi namümkün. O fırtınadan nasıl sağ kurtuldum, bilmiyorum”. O gece ölümlerden dönmüştü. O gecenin korkusuyla yepyeni bir beste yaptı ve Çiğdem’e gönderdi.
Ve Mektuba Dökülen Hisler
Beste Çiğdem’in eline ulaşmıştı. Belki çok özlediğinden belki de Melih’in notalarda saklanamayan korkulu gecesinden, besteyi büyülenmiş gibi dinledi ve hemen üzerine sözlerini yazıp Melih’e bir mektupla gönderdi:
sen yoksan yine
bense yorgun ve yalnızsam
hasretine kapılmışsam
ve gözümde tütüyorsan
işte o an bir fırtına kopar
sanki o an yer yerinden oynar
hoyrat bir rüzgâr eserken
sallanan gemi misali
sallanır durur içimde dünya
Melih mektubu açıp okuduğunda ayakta durmakta güçlük çekmişti. İşte o anını şu sözlerle anlatıyordu: “İlk sayfayı okuduktan sonra besteye yazdığı sözlerin olduğu sayfaya bakınca ben duvara tutundum. Çünkü şarkının adı İçimdeki Fırtına’ydı”.
Melih, uzun zaman telefonun başında bağlanmayı bekledikten sonra Çiğdem’e ulaştı.“Sen bu parçayı nasıl yazdığımı biliyor musun?” diye sordu. Sonra konuşup biraz karşılıklı ağlaştılar. Bu aşk denilen bambaşka bir şeydi. Şöyle de bir temennisi vardı Melih’in:“Allah insanlara bunu yaşatmalı; çok özel bir şey bu”. Melih, ona hiçbir şey anlatmasa da belli ki Çiğdem hissetmişti. Gerçek aşk bu muydu?
Melih’in Londra’da olması aşklarına olmadığı gibi işlerine de engel değildi. Çiğdem ve Melih, bantlaşma yoluyla haberleşerek şarkılarını yapmaya devam etti. O günlerde Çiğdem bir televizyon programında şöyle demişti:“Hayatımı milattan önce milattan sonra gibi, Melih’ten önce Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum”.
1 yıllık bir ayrılıktı bu aslında. Hem çok büyük özlediler hem de hep bir arada gibi yaşadılar. Bu ayrılık 1976’nın sonunda bitti ve İstanbul’da buluştular. 1977’ye Tarabya’da bir restoranda merhaba dediler. Uzun bir aradan sonra buluşmuşlardı. O gece çekilen fotoğrafın arkasına şöyle yazmıştı Melih:
“İlk defa birlikte girdiğimiz bir sene bu, 1977 yılı. Ne güzel değil mi? 365 günün de bu geceki gibi mutlu ve güzel geçmesi, yani ‘hep böyle olması’ dileğiyle…”
Her Şey Seninle Güzel
Artık başarılı bir yaşamları vardı, zirvede sadece onların ismi vardı. Tüm şarkıları ezber ediliyor, gönülden gönüle dolaşıyor; nice aşka tutunacak dal oluyordu. Çiğdem’in 31 Ekim 1977’deki yaş gününü Melih Kibar, Erol Evgin ve İlhan İrem birlikte yazdıkları bir maniyle kutladı:
Çiğdem Çiğdem,
Çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren
İlham meleğimizsin sen
O geceki doğum günü kutlaması Çiğdem’i çok mutlu etmişti ve ona en güzel şarkılardan birinin sözlerini yazdırdı;
Her şey seninle güzel,
Olmayacak düşlerin peşinden koşmak bile.
Her şey seninle güzel,
Bu toprak bu taş bile.
İçimdeki bu korku, gözümdeki yaş bile
Çiğdem’in olmayacak dediği düş, hayatının merkezindeydi. İçinden Melih’in aşkıyla dökülen her sözcük dilden dile dolaşan bir şarkı oluverecekti artık. Ama yine de korktukları da oluyordu. Çiğdem annesi ve kızıyla yaşıyordu, en çok eleştirilen de o oldu. Kimse onların arasında tarifi zor, ama mükemmel bir aşk var demedi. Zamanla bu yaşta kadın kendisinden 12 yaş küçük adamla ne işi var denmeye başladı. Yine de yaşanan zamanda bu aşk denilen gerçekliği kapalı bir kutuya koyup yüksek bir rafa kaldırmaya karar verdiler. Çünkü Çiğdem saraylı bir aileden geliyordu. Olmazdı. Birlikte şarkılar yazmaya, aşklarını şarkılarda yaşamaya devam ettiler.
Sen Başkalarına Benzeme Sakın
Bu şarkıyı aslında Hisseli Harikalar Kumpanyası içinde bestelemişti Melih; Çiğdem de üzerine o şarkıyı yazdı: “Sen başkalarına benzeme sakın, hep böle kal; hep cana yakın…”
Bu aslında Melih bilmese de bir vedanın hüznünü taşıyordu. Çünkü Çiğdem, kanser olmuştu. Bir gün Melih’i aradı ve “Ben kansermişim” dedi. Takvimler 1980’leri gösteriyordu. Bu sefer Çiğdem tedavisi için Londra’ya gidiyordu. Ama neşesinden, özellikle Melih’e ulaştırdığı neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Londra’da olduğu zamanlarda Melih’e bir masal ülkesinde olduğunu bildiren, sevimli kartlar yolluyordu. Melih’in paylaştığı bilgilere göre hayatında en severek yazdığı şarkı sözünü bu zamanlarda yazmıştı:
Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar
Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?
Öte yandan gurur var, ölesiye gurur var
Seni unutanları sen olsan sever misin?
Şarkılarımız Öksüz Kaldı
25 Mayıs 182’de, yani yedinci yıllarında, bir televizyon stüdyosunda Halit Kıvanç ile birlikte kutladılar. O güne kadar 160’dan fazla şarkı yazmışlardı. Çiğdem’in aslında canı yanıyordu, ama gülümsüyordu ekranda. Tedaviye de para dayanmaz olmuştu. Bu yüzden onu seven tüm dostları bir araya gelip yardım toplamak için bir konser gecesi düzenlediler. 28 Mart 1983’te Şan Tiyatrosu’nda yapılan gecede dönemin tüm sanatçıları ve tabii ki hepsine piyanoda eşlik eden Melih Kibar vardı. Çiğdem de telefonla katılmıştı geceye. Fakat ne yazık ki tüm bu sevgi seli, toplanan para, Çiğdem’i hayatta tutmaya yetemedi. Geç konulan teşhis onu bu hayattan alacaktı.
Çiğdem, İstanbul’a döndü. Melih tanışmalarının sekizinci yıl dönümünde görmeye gitti Çiğdem’i. Konuştular, daha doğrusu Melih konuştu, Çiğdem hastalığı el verdiğince tepkisini gösterdi. Melih’e karşısında sanki Çiğdem değil de bir başkası var gibi geliyordu.
Tanışmalarının üzerinden 8 yıl 3 gün geçmişti ki, Çiğdem Talu öldü. Basın Çiğdem’in ölümünü “Şarkılar öksüz kaldı” diye vermişti. Bir vosvosun içinde gitti Melih cenazeye. Ne ölüm haberini aldığında ne de camide hiç ağlamadı. Ama o arabanın içinde, mezarlığa girmeden bir gözyaşı seline kapıldı. Ömrü boyunca unutamayacağı bu an, 4 dakika sürmüştü. Tüm hüznünün, acısının boşaldığı bir andı.
Çiğdem Talu’nun ölümünden sonra Melih Kibar uzun süre sessizliğe büründü, artık eskisi gibi besteler yapmadı. 2000 yılında yeniden piyanosunun başına geçen Melih Kibar “Sessiz Veda” adını verdiği bestesini yaptı ve sanki kendi vedasını da bu bestesinde haber verdi. Cilt kanserine yakalanan besteci uzun bir süre kanser tedavisi gördü ve 7 Nisan 2005 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. Onun cenazesi de tıpkı Çiğdeminki gibi aynı sanatçı arkadaşları tarafından Bebek Camisi’nden uğurlandı. Onların aşkı yaşanmış ama bitmemiş aşklardandı…
Bu güzel aşka şahit olmak isteyenler için: Can Dündar’ın Yüzyılın Aşkları isimli belgeselin Melih Kibar-Çiğdem Talu Aşkı Bölümü öneridir.
Bu İçeriği Okuduğunuz için Önerdiğimiz İçerikler:
- Sezai Karakoç’un Mona Rosa’sının Gerçekleri
- ”Ah Bir Ataş Ver” Türküsü’nün Hikayesi Ve O Türkü’nün Meşhur Sözleri
İlginizi Çekebilecek Faydalı Bağlantılar: