OSMAN’IN CENAZESİ
Cenazede beni istemeyen küfürbaz ağabeylerine, çirkef ablasına pabuç bırakmadım. Onlar küfür ettikçe ben de küfür ettim. O yaygaracı pis karı saçlarıma asıldıkça ben de asıldım onun saçlarına. Bir yandan ağlıyor bir yandan da orospu diye bağırıyordu. Saçlarını daha iyi çekebilmek için kafasından bir hışımla çektiğim tülbenti toza toprağa bulanmıştı. O saç dipleri acıdığı için ağlıyor bense içim acıdığı için ağlıyordum. Osman’la ailelerimizin hiç istememesine rağmen evlenmiştik. Evlenmiştik dediysem imam nikâhımız vardı sadece. Beraber İstanbul’a kaçtık. Başta yaşadığımız küçük köyden, yıllar önce İstanbul’a göçen Münevver Yenge’nin yanına sığındık. İstanbul’a göçtükten beş on yıl sonra kocası vefat etmiş Münevver Yenge iki göz odasından birini bize açmıştı. İstanbul’a gittikten on bilemedin on beş gün sonra kalp kapakçığında sorun olan Osman yoğun bakıma kaldırılmış, anjiyo edilmiş, ölümle burun buruna gelmişti. Ne onun ana babası, şimdi cenazede çemkiren kardeşleri ne de bizimkiler pek arayıp sormamıştı bizi. Arada bu çirkef ablası ve büyük ağabeyi vicdan mastürbasyonu niyetine durumu nasıl demişlerdi arayıp. Ablası olacak bu çirkef kadın kendini zorlayarak sesine vermeye çalıştığı yapmacık ağlama sesiyle “Gelemem ki iş güç hem Rıfat zaten yollamaz” deyip duruyordu telefonda. Aradan üç ay geçtikten sonra küçük kız kardeşinin düğün hazırlıklarına yardıma gelmişti ama. Velhasıl Osman öldü. Sen hastayken ben vardım başında bu şerefsiz kardeşlerin bilmem neresinde fındık kırıyordu. Umurlarındaydın sanki! Seni bu köylere sokmadılar, bu Übeyd senden küçük olmasına rağmen rakı masasında dövmedi mi seni. Kırmadı mı şişeyi kafanda. Oyyy Osman Oyyy! Öldün de genç yaşta kafanı topraklara koydun!
Ona o kadar kızgınım ki. Ölüsüne bile kızgınım. Yorgan gitti kavga bitti derler doğru değilmiş meğer. Osman gitti benim öfkem dinmedi. İki çocuğumuz olmasına rağmen bana resmi nikâh yapmamasına da öfkeliyim. Nikâh mevzusunu sürekli söylüyordum ama bir iki kere fazlaca direttim. Bu artık aramızda garip bir inatlaşmaya dönmüştü. Bir şekilde geçiştirip konuyu kapatıyordu. Sarhoşken yine bu mevzuyu üstelediğim bir akşam da boş yere tatava yaptığım gerekçesiyle bir güzel dayak yedim. Kızgın olduğum şeylerden biri de, bir işte doğru düzgün dikiş tutturamamasıydı. Sık sık hastalanmasına, beni itip kakmasına, zerrece kendisini umursamayan ailesinin dolduruşlarına gelip evde huzursuzluk çıkarmasına da kızgınım elbet. Bunların hepsine kızgınım ama en çokta beni aldatmasına kızgınım. Ev sahibimiz Nermin Teyze’nin torunuyla hem de. Anneannesinin “Anası orospu bunun evladım, babası da hayırsızın teki, mecbur ben büyüttüm ne laf dinler ne söz, ne girer bir zanaat öğrenir ne okur” dediği Neriman ile. Bakın bunu da anlatayım size. Artık utanacak bir şey mi kalmış? Osman bile kalmamış ortada. Hey gidi Osman hey!
Ben dönercide çalışıyordum. Osman da bir akrabasının kahvehanesinde. Kahvede gündüz pek iş olmadığı için geç gidiyordu o. Sarışın, ince, uzun filinta gibiydi Osman. Tüm o fakirliğimize rağmen iki pantolonun üstüne her gün değiştirerek giydiği açık renk gömlekleri vardı. Tertemiz gömlekler. Bilhassa bu konuda çok titizdi Osman. Gömlekleri sakız gibi olmalıydı. Öğle arası fabrika işçileri, dönerciyi tıklım tıklım doldurup şişteki döneri bitirdiklerinden Rahmi Usta bana eve gidebilirsin demişti. Eve gittiğimde Osman’ın ayakkabıları kapının önünde yoktu. Kol çantam olmadığından eşyalarımı taşıdığım el işi çantasının içinden anahtarımı zar zor bulup içeri girdim. Osman’ın çok sevdiği gömleklerinden olan gök mavisi gömleği kapı önünde yerdeydi. Ben gömleği ütüleyip özenle girişteki çekyatın üstüne koymuştum. Gece sıkı sıkı tembihlemişti beni. “Mavi gömleğimi ütülemeyi unutma. Laciverte kaçanı değil ha, gök mavisi olanı.” Yatak odasının kapısının önünde ters dönmüş kamplumbağa gibi duran ayakkabısının tekini de görmüştüm. Evin orta yerinde ayakkabısının ne işi vardı? Diğer teki neredeydi? Yatak odasına girdiğimde atleti üstünde altı anadan üryan uyukluyordu. Tam küçülmemiş erkekliği ile. Neriman’ın donu da yere düşen yorganın kenarında kalıvermiş. Anneannesi aceleyle çağırmış olacak ki donunu bile giyemeden gitmiş orospu. Belki de ben gelmeden hemen önce çıkmış.
Sonra ne mi oldu derseniz bağırdım, çağırdım feryat figan ettim çenemi kapadım o evde oturmaya devam ettim. Nereye gideceksin. Zar zor geçiniyoruz. Nermin Teyze’de güneş bile görmeyen bu bodrum katına kimsenin de bayılmayacağını bildiğinden azıcık bir kira alıyor bizden. Neredeyse bedavaya oturuyoruz. Kira geciktiğinde de idare ediyor bizi hatta. Söylesem torununa sahip çık desem. E bizi bu sefer kendisi çıkaracak. Senin kocan da hiç mi suç yok diyecek. Haklı. Zaten hamileymişim o sırada. Derken buna katlanan nelere katlanır diye, şiddetin hakaretin dozunu arttıran Osman’a ben de sessiz kalmamaya başladım. Evde bazen öyle şiddetli kavga ederdik ki. O anlarda ne kendimi sakınırdım ne ona zarar vermekten korkardım. Gözümü kan bürürdü. O bana saldırdıkça ben de ona saldırırdım. O bana hakaret ettikçe ben de ona ederdim. Gücüm mü yetmiyor kafasına bir şeyler geçirirdim. Hiç olmadı ısırırdım. Dişimi kırmıştı bir keresinde, Allah’tan arkada kalıyordu, ağzımı yaya yaya gülmezsem belli olmuyordu. Zaten ağzımı yaya yaya gülecek bir sebep de olmuyordu. O yüzden çok da dert değildi.
Bu Osman hastaymış meğer. Akciğer filmlerini benden saklamış. Ah Osman Ah! Ne vardı hasta olduğunu öğrenmene rağmen içkinin küpüne küpüne girmeye devam edecek . Bulduğun, kazandığın paranın hepsini o adi içkilere verecek ne vardı. Hastalandığını öğrenince kendini içkiye daha çok veren Osman dayağın şiddetin dozunu daha daha arttırmış. Ara ara sarhoş olduğu zamanlarda beni kapıya atar olmuştu. Ben de ne yapayım sokakta kalmaktan iyidir diyerekten çalıştığım dükkâna gidiyordum. Orada kalıyordum geceleri, depodaki çekyatın üstünde.
Osman’la dövüşmeyip seviştiğimiz zamanların birinde olacak bir yavru daha tutunmuş içime. Bu sefer kızmış. Çok üzülmüştüm ilk duyunca. Küçükken hep bir kız çocuğum olsun isterdim. Saçlarına rengarenk tokalar takacaktım. Prensesler gibi giydirecektim. Ama külkedisi bile olamadı kızım yaşadığımız şartlarda. Bazen kömür, odun alacak paramız bile olmuyordu çünkü. Çocuklar öyle yarı aç yarı tok büyüyüp giderken, sağa sola saldıran, kendi çocuklarına bile en ufak yaramazlıklarında acımasızca davranan bir kadına dönüşmüştüm ben de. Koludan komşudan, akrabalardan haber alan Münevver Teyze geçirdiğim bir sinir krizinden sonra eve gelip beni zorla hastaneye götürmüştü. Krizden sonra bir köşeye yığılmış pelte gibi olmuştum. Yazık çocuklar dehşetle bakıyorlardı. Düşününce benim çocuklarım hep dehşet dolu gözlerle bakıyorlardı. Bu ifade Osman’dan aldıkları iri gözlerinin doğal ifadesi değildi. Osman hiç dehşet dolu bakmazdı olaylara. Tam tersine bir çok şeye büyük bir rahatlıkla bakardı o. Osman dünyanın en rahat adamıydı. Ödeyemediğimiz elektrik faturası, kışın artan kömür fiyatları, geçen kiralar, işsiz kalmak, bunların hiç biri rahatını kaçırmazdı. Bir gün bir kavgada çok sevdiği gömleklerinden birini yırtmıştım da. Bir o zaman ağlamaklı olmuştu. Kocaman adam çocuk gibi üzülmüş, hayatında belki de ilk defa gamsızlığını bir kenara bırakmış, bir köşeye büzüşmüştü. Münevver Teyze beni doktora götürdüğünde serumun bitmesini beklerken uzandığım yerden düşünüyordum. Gök mavi olanı mı yırtmıştım ben o kavgada şu bembeyaz olanı mı? Karanlıktı görememiştim. Elektriğimiz kesilmişti çünkü.Zaten öfkeden, hayalkırıklığından gözüm dönmüş olduğundan dolayı dikkat edebilecek durumda olduğumu da sanmıyorum. Doktor beni psikoloğa yönlendirdi. Benim böyle lükslerim mi var bacım dedim içimden süslü doktora. Sarışın küt saçları, bembeyaz önlüğü, ayağa kalktığında önlüğünün izin verdiği ölçüde görünen mini eteği ve düzgün bacaklarıyla bilmiş bilmiş konuşuyordu. Benimki de laf. Biliyordu kadın tabi, koskoca doktor elbet bilmiş bilmiş konuşacak. Yarısını dinlemedim ama söylediklerinin. Nasıl olsa psikoloğa falan gitmeyecektim. Düşünmüştüm hemen hemen aynı yaştayızdır bu doktor kadınla, belki büyüktür bile benden üç beş yaş. Vücudu nasıl diri, saçları, kokusu, cildi nasıl güzel. Masasında da neresi olduğunu bilmediğim ama Avrupa da bir yer olduğunu tahmin ettiğim bir yerde çekilmiş fotoğrafı. Saten, uçuk pembe, sırtını ve bacaklarını açıkta bırakan elbisesiyle epeyce mutlu görünüyordu. Acıyor mudur bize, böyle kadınlara, yoksa içinden iyi ki bizim gibi olmadığına şükür mü ediyordur? Bizi kendinden daha salak, daha aşağılık mı görüyordur yoksa? Ona verilen imkanlar bize de verilmiş olsa, belki bizim gibi kadınlardan bazılarının, ondan çok daha iyi yerlere bile gelebilecek kadar yetenekli olduğunun farkında mdır? Kızım çerçeve ile oynarken iliştiydi gözüme fotoğrafı da bunlar geçtiydi hep kafamdan. Osman’ı terk edip Rahmi Usta ile kaçtığım o gece Osman’ın uçuk pembe renkteki gömleğini ütülemiş çekyatın üstüne koyuvermiştim. Bu ona son karılık görevimdi. O zamanda da gelmişti aklıma, doktor hanımın elbisesi de bu renkti diye. Rahmi Usta’nın teni de bu renktir. Daha koyudur hatta. Zaman zaman da kırmızıya çalar. Pişirdiği dönerden midir, yoksa doğuştan mı böyledir bilmem. O tombul et yığını kütlesini geceleri üstüme çulladığında bile o pembeliği görürüm. Hep döner kokar. Hiç öpmem onu. Döner öpüyormuşum gibi gelir. Rahmi Usta ile giderken kızımı da götürmüştüm. Oğlum epeyce büyümüştü. Onu da götürürdüm götürmesine elbet ama utandım kocaman çocuk olmuştu. Başka adamın koynuna girerken yan odada onun varlığını bilmek. Ne bileyim işte. Kızım daha çok küçük bir şeyden anlamaz. Hala misafirliğe gittik sanıyor. Ya da çok umurunda değil. Hatta böylesi belki daha iyi. En azından havada tabak çanak vazo uçuşmuyor. En azından babasının yumrukladığı annesi, babasının havada olmayan diğer kolunu tüm gücüyle ısırmaya çalışmıyor. Osman ben gittikten birkaç ay sonra tekrar hastaneye kaldırılmış yine anjiyo olmuştu, bu sefer geri döndürememişler. Bazen diyorum keşke evlendiğimiz ilk zamanlarda ölseymiş, birbirimize bu kadar acı yaşatmazmışız. Cenazede oğlumun benden nefret eden bakışları üstümde geziniyordu. Nasıl büyümüş, babasının uçuk pembe gömleğini giyebilecek kadar büyümüş. Osman’ın tabutunu taşıyacak kadar büyümüş.
Münevver Yenge beni cenazeden alıp köydeki kendi evine getirdi şimdi. Ahhh Osman Ahhh! Benim evlerim dağıldı. Kendini bitirdin beni de bitirdin! Oyyy Osman Oyyy! Benim Osman’ım kötü değildi içkisi kötüydü diye söylenerek uyuyakalıyorum yavaş yavaş. Yanan sobanın alevi yüzüme vuruyor. Dışarıda yağmur yağıyor. Osman da toprağın içinde ıslanıyordur şimdi. Üstü başı çamur oldu diye sinirleniyor mudur? Kefenini de önemsiyor mudur gömlekleri kadar ?