Alışık değilim bunlara, olanlara veya olacak olanlara. Hazır da sayılmam pek aslında.
Normalimin bir hayli dışında gündemime gelen şeyler, hiç mi hiç alışık olmadığım konularla dolu sınav kağıdım.
Kimisine ben bir hayli yabancıyken bazıları bana yabancı kalıyor şu kafamın karışık olduğu ilk günlerim ilk haftalarımda ve bilirim ki sona açılacak yelkenin, direğine dikilecek bez benim sol cebimde.
Elimdeki tek eksik ise çengelli iğne.
İplik, o zaten masanın üzerinde.
Anlaşılan her şey olacağına varmak üzere.
Yalnız edeceğim vedamı dedikçe teker teker önüme diziliyor sanki ihtimaller.
Vaz mı geçmeliyim yoksa yalnız gitmekten?
Ama ben alışığım ki yalnız etmelere vedayı.
Hep en son görüşlerimde bir başıma olmayı, iyi beceririm, az mı yaptım bu zamana kadar, az mı yürüdüm kalabalık girilen yolların son çeyreğini kendimle bir başıma ben.
Yine yaparım, alışık olduğum bir olay bu, vedalarımı yalnız yapmak, kendi kendimi idare etmek.
İnsanların bana verdiği zararlar, sırtımda yatan, soğuklarda sızlatan yara izleri.
Göğsümdekini saymıyorum bile, o saf duygularımı katleden şahsiyetin eseri.
Bir yara, bir kanama, bir terk ediş daha kaldırmaya istekli değil bedenim, bu kez de vedamı yalnız etmeliyim.
Oysa ben değil miydim?
Daha gençliğinin ilk mi ilk baharında çıkıp da ruhuma ortağım bu şehirden çıksın diyen?
Sonra yalanlar dolanlar eşliğinde o şehre yalnız bir vedaya sürüklenen?
Bıçkın bir delikanlı iken de yalnız vedaların baş kahramanı olan yine ben değil miydim?
Vedaların adamı da hep ben olmadım mı bu zamana kadar?
Olamadım mı yoksa?
Beceremedim mi veda etmeyi?
Helallik, ala ala bitmez ki bu işler ama.
Yalnız edilen vedalara kaç helallik lazım, sallanan bir çift elin yerini tutabilmek için?
Çok helallik lazım azizim. Çok helallik.
O yüzden edelim, bol bol helallik alalım birbirimizden ne de olsa vedaya ne kalmış?
Az kalmış, zaman bu zamana kadar da öyle bir güzel akmış ki ne hikmetse birden, tam burada duraksamış, oysa halen daha akmakta, akacakta, aylar geçecek ve bugünlerin özlemi de burnun direklerini sızlatmaya, gözleri doldurmaya, sesi titretip soğuk bir akşamda uzaklara daldırmaya yetecek.
Yaşamakta olduğumuz günlere de ansızın vedalar edilecek.
O günler gelecek ve özlemler kendini yenileyecek.
İnsan ne kadar geleceğe giderse gitsin, her seferinde bir akşamını geçmişi yâd etmekle yetirecek.
Zira geçmiş öyle güzel anılarla dolup taştı ki insan, geleceğin samimiyetsizliğinden ise bilindik olanın saf mutluluğunu tekrar anmayı, gözünde canlandırmayı tercih ederken bulabiliyor kendini.
Her ne kadar istememek en mantıklısı olsa da elbette ki insanlık hali, özleme söz geçirmekte zorlanıyoruz, neticede etten kemikten olan diğer canlılardan tek farkımız düşünebilmemiz ki o bile günümüzde öyle tartışmalara kapı aralayan nitelikte bir alametifarika ki bizim için, yalnızca bizim mi yoksa başka canlarda düşünebilir mi diye sorgulayıp duruyoruz zaman zaman.
Yine de diyelim ki düşünen biziz, şu an biz düşünelim, koca dünyanın tek hâkimi değiliz belki ama keyfimiz paşalarda olmayan cinste, konfor alanımızın etrafında mutluyuz ama çevrede, duyguda, aşkta, mutlulukta keza, yalan diz boyu, sahtelik hak getire.
Öyle bir dünyada insan, alışmış olduğu düzenin ve baş kahramanlarının dışına çıkmayı, konfor alanını terk etmeyi hiç mi hiç istemiyor. Edince de bendenizden farksız, düşünce havuzunun en derinlerinde, boğulmamak için çabalamakta olduğu bir sürecin içinde buluyor kendisini.
Ne de olsa alışık olunan yüzlere bir yerden sonra yalnızca tolere edilerek günlük rutinlere, minimum düzeyde rahatsızlığın haricinde sorunsuz devam edilebilmekte.
Oysa risk alındığında, yer ve mekân değişikliği yapıldığında, jenga taşlarından birkaçını yerinden oynattığımızda, birdenbire her şey başa sarabiliyor.
Hoşlantı duygusunu uzun süre hissetmediğiniz bir sürenin sonunda farklı bir mekânda “Size farklı” birinin rüzgarından etkilenip, adeta balmumu heykeli gibi kalakalıp tekrardan asla gerçekleşmeyecek hayalleri kurmaya başlarken bulabilirsiniz kendinizi.
Farklılık ne çeşit oysa?
Elbette alışık olmadığınız.
Hayatın mayasının, öylece oturup bayatlamasına vesile olmak elbette iyi değildir lakin yersiz yapılan değişimlerin sonuçları yerle yeksan edecek seviyelerde hasarlar açabilir.
İyi değildir kısaca, bazen başını alıp gitmek iyi değildir.
Gitmek, o an çözülecek sandığınız her şeyi tekrardan çıkmazlara sürmeye, hatta hiç alakasız yeni yeni ihtimallerle sizi sınamaya, resmen bir oyuncakla oynarcasına sizinle oynamaya kadar gidebilir.
Pekâlâ, bir düzeni kurduktan sonra çıkan sorunlarla yüzleştiniz diyelim, teker teker yarım kalan bütün defterlere son noktayı koyduktan sonra artık kendinizi hazır hissedip, yeni başlangıçlara yelken açtınız, açmaktasınız, belki de tam şu anda açmak üzeresiniz.
O halde size bir sorum olacak; Kaybettiğiniz hevesi bulmanız ne kadar sürer?
Söyleyeyim, çok sürer, çok ama çok sürer, hatta birçok aşkın bitişine şahit olabileceğiniz kadar çok sürer.
Peki bunu bile bile, uzun süreceğini kabullenip, yaralarınızı kendiniz sara sara, adımları sırtınızı duvara yaslayıp öyle ata ata, gölgenize bile selam vermeksizin yalnız kala kala, uzunca bir süre kimsenin gözüne bakmadan, ellerini tutmadan, sarılmadan, öpmeden, koklamadan, etrafta bir sürü çifte kumruya kin ve öfke besleyip kendi yalnızlığınıza lanetler okumadan, yalnızca geleceği zannedilenin yolunu gözleyerek, yeri geldiğinde rehberi olarak ama fazla üstelemeden, son kez söylüyorum çok ama çok uzun süreceğini bilerek.
Ve tam da vazgeçmek üzere olduğunuzda bile, aşk gelse sırtınızı dönmeyecek kadar isteyebilir misiniz ruh eşinizi, o kadar sürdürülebilir mi sizin hevesiniz?
Zor.
Heves dediğimiz olay trafik ışıklarına benziyor.
Bazen öyle bir yanıyor ki gelen her konuda heves patlaması yaşıyoruz, zihnimizden geçenlerin haddi hesabı olmuyor, bir dize saçma sapan eyleme girer/çıkarken bulabiliyoruz kendimizi, yüzümüzde yarı yapmacık bir gülümseme, gözler ışıl ışıl. Bu yeşil ışık.
Sonra bir evre geliyor, yaşanılan hayatta bazı olaylar bizde yara oluyor, artık yavaştan önlem almaya başlıyoruz, belki daha erken yatıyoruz, kafamızın içini pek fazla meşgul etmemeye çalışıyor, düşünmeye ara veriyoruz, gülüşümüz buruklaşıyor, gözlerimizin ışığı kısılıyor. Bu sarı ışık.
Ardından aradan sıyrılıp geçen düşüncelerin, her şeyi daha da berbat etmesi sonrası hepten içimize kapanmaya başlıyoruz, artık düşünmemek için her yola başvuruyoruz, kafamızın içindeki düşünceler birikiyor birikiyor taşıyor, biz ise tutabildiğimiz kadar tutup, hepsini ardı ardına diziyoruz. Gülüşümüz rafa kalkmış, göz altlarımız mosmor, bildiğiniz bir depresyon, acı hali söz konusu. Bu da kırmızı ışık.
İlk olarak yeşil ışığı yaşayıp bütün duygu ve düşünceleri, taptaze hevesimizin de doğrultusunda içimizden atıp, bol bol hayal kurup gülümsüyor.
Ardından sarı ışık moduna girip, bazı düşünceleri zihnimizde bir süreliğine yavaşlatarak barındırıyoruz, aradan bir iki tane düşünce veya insan adı, yeni biten yeşil ışık evresinden faydalanıp zihnimizde dolanıyor dolanmasına ama yalnızca kafamızı karıştırıp bize ekstra acı olmakla kalıyorlar.
Daha sonra kırmızı ışık geliyor, hiçbir şey yapmak istememek ile her şeye aynı anda koşup zihnimizi düşüncelerden korumak arasında kalıyor, haliyle iki yönteme de sık sık başvuruyoruz.
Sonra ne oluyor, yeşil ışıkta kaçan fazla düşünceler, sarı ışıkla koruma altına alınıp, kırmızı ışıkta depolanıyor, derken bir süre hevessiz ve uzun süreli kırmızı ışık evresinde buluyoruz kendimizi.
Ama dedim ya, heves dediğimiz şey bir trafik ışığı gibi, birden yeşil yanabiliyor, sonra yeniden sarı, kırmızı, yeşil ve sarı ve elbette kırmızı.
Bu böyle gidiyor, umudumuzu ve hevesimizi, istediğimiz kadar kaybedelim, hatta istersek bir daha asla sevmeyeceğimizi ya da herhangi bir konuda heveslenmeyeceğimizi her gün bağıra bağıra beyan edelim, yine de bir yerden sonra en ufak bir karınca emeği bile görsek, farklı topraklarda yeni hevesimiz filizleniverir.
İnsan sevmeden zor yapar, kendine bahane üretip sevmek ister, bir insan olsun bir eylem olsun hiç fark etmez, sevmek ister insan, sebep arar mutlu olmaya, mutsuzluktan kendini korumaya.
Ondandır hevesin bu denli değişken oluşu. En dibi de görse yeniden şahlanışı.
Onca dayağın ardından yerimizden kalkmayı öğretir bize hayat, hevesimizi ara ara tazeleyerek.
Peki ben onca şeye rağmen neden hala “Alışık değilim” ruh halindeyim?
Zira alışık değilim de ondan. 🙂
Belli standartlarla yıllarını geçiren biri olarak, bir kısmın merhabasına veyahut muhatabına elbette ki alışık değilim, geleceğin getirebileceği olası güzelliklere hazır değilim, yalnızlığım ile her akşam saatlerce istişare ederken, kalkıp da geceleri görüntülü bir aramayla güzeller güzeli birinin gözlene bakarak uykuya dalmalara hazır değilim.
Kendimi buradan kaçırmadığım sürece, sevilmelere sevmelere hazır değilim.
Yeni yaşıma muhtemelen yalnız girecek olmaktan mutluyum, sürprizlere hazır değilim.
Bir süre daha yalnız olmayı yeğlerim, tekrar o sorumluluğa hazır değilim.
Yahu daha yeni kırmızı yanmadı mı? Ben tekrar yeşile hazır değilim!