Melankolinin Şaheseri: Van Gogh’un İçsel Fırtınalarla Dolu Sanat Serüveni
Yediden yirmi dörde tüm dünyanın bildiği yıldızlı gece tablosunun sahibi Vincent Van Gogh, acaba şuan bu kadar popüler olduğunu bilseydi ne tepki verirdi ?
Acıyla ve onca çabalamayla geçip giden talihsiz hayatına mı acırdı yoksa sonunda görüldüğüne mi sevinirdi ? kim bilir…
Van Gogh Hollandalı bir ressam. Babası Protestan Rahibiydi. Oğlunun hep kendi izinden gitmesini istedi fakat oğlunun bambaşka tutkuları vardı. Her ne kadar babasının istediği gibi olamasa da Vaiz olmayı başardı ve Belçika’nın kömür madenleriyle ünlü Boringa bölgesine gönderildi. İşte bu yüzden resme çok geç yaşta başladı. Sonuçta o bir Vaizdi ve hayatını bir tek buna adayabilirdi.
Bir gün yaşadığı derme çatma evi gören kilise denetleyicileri onun yaşadığı yeri beğenmediler. Kilisenin imajına zarar geldiğini düşündüler. Görevine ise son verdiler. Tam bu sıralarda Van Gogh 27 yaşlarındaydı ömrünün sonuna tam 9 yılı vardı ve tek bir resim bile çizmemişti.
Van Gogh’dan haber alamayan aile üyeleri hemen Theoya haber saldılar. Theo kardeşini buldu ve işte o mektuplaşmalar tam da bu sıralar başladı. Theo kardeşini bıraktığı gibi bulamamıştı maalesef. Vaizlik görevini kaybetmesi onu çok etkilemişti. Eskisi gibi tanrıya bağlı değildi. Sürekli varoluşu sorguluyor, bir şeylerin adaletsiz olduğunu hissediyordu. Belki de ne kadar çabalarsa çabalasın ne babasına ne de kiliseye yetememenin küskünlüğü vardı içinde.
Resme yönelmeye başladı. Özellikle Jean François Millet’yi çok seviyordu. Onun resimlerinde kendinden bir şeyler buluyordu. “Ekici” resmini tam olarak beş kez baştan çizdi !
Van Gogh o sıralar ailesiyle yaşıyordu. Uzun süre görmediği kuzeni Kate’den çok etkilenmişti. Onunla sürekli dışarı çıkıyor ve resimlerini gösteriyordu. Ne yazık ki kadınların dilinden hiç anlamıyordu. Kate’in de Vincent’ten etkilendiği yoktu. Hatta flörtöz davranışları onu rahatsız bile ediyordu. Kate bu durumdan iyice rahatsız olunca evine, ailesinin yanına döndü. Vincent de onun peşinden gitti. Kate’in babası onu kate’le görüştürmek istemedi. Vincent’in kendine zarar verme eğilimleri bu olaydan sonra kendini daha çok göstermeye başladı. Sevgisini ispat etmeye çalışıyordu ve bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Acemilikten kaynaklı aşırı hareketleri de onu histerik gösteriyordu. Kadınlara olan küskünlüğü onu resme daha çok yönlendirdi. Boya ve tuval paralarını genellikle Theo gönderiyordu.
Dönemin ressamlarından Anthony Mauve Vincent’in uzaktan akrabasıydı. Vincent ara ara ona resimlerini gösterir fikrini sorardı. Ne yazık ki Mauve resimleriyle pek ilgilenmiyordu. Bir gün öylesine yaptığı “ Biraz daha renkli çizimler yapabilirsin” yorumu Vincentin hayatını değiştirecekti.
Bu sıralarda Van Gogh’un babası hastaydı. Zaten oğluyla da araları kötüydü. Oğlunun tutkularını takip ettiği yol onun için heba edilmiş boşa geçirilmiş bir hayattı. Babasını kaybettiğinde Theo Vincent’e benimle Parise gel dedi. Theo resim simsarıydı. Van Gogh çok sıcak bakmadı bu fikre. Baba şehrinde kalmayı tercih etti. Günlerini derviş gibi geçiren Van Gogh, 31 yaşına basmıştı bile. Hala ortada doğru düzgün eseri yoktu ve ölümüne tam olarak 6 yıl kalmıştı.
İlk ciddi eserlerini vermesine sebep olan şey fakir işçilere duyduğu hislerdi. Dokumacılıkla ilgili 30 tane eser yaptı. Daha sonrasında ise “Patates Yiyenler” tablosunu yaptı. İlk önemli resmi budur.
Ailesi de artık onu yanında istemeyince 1886 yılında Parise kardeşinin yanına gitti. İşte Parise geldiğinde onu o mükemmel renklerle tanıştıracak tamamlayıcı renk teorisiyle karşılaştı. Renkleri birbirine tamamlayarak yani yeşil ve kırmızı, mor ve sarıyı beraber kullanarak yapıyordu.
Paristeki ilk yılında bir çok empresyonist sergi gezdi. Dönemin ünlü ressamlarından Monet, Renoir, Pissarro gibi isimlerle tanıştı. Hatta Seurat’la birkaç kez sohbet etme şansı bile buldu. Bu insanların etkisinde kalarak empresyonist resimler yapmaya çalıştı fakat hiçbir zaman onlar gibi olmadı.
Theo sayesinde baya bir çevre edindi. Bu kişilerden birisi Lautrec’ti. Lutrec’le yakın arkadaş oldular. Beraber resimler çizdiler.
Paris sanat camiası Van Gogh’a mesafeliydi. Onun resimlerini beğenmiyor hatta fazla basit olduğunu düşünüyorlardı. Asla yeteneğine inanmıyorlardı. Sonunda kardeşi Theo da bıkmış olacaktı ki Tanguy adında bir başka simsara gitmesini söyledi. Van Gogh orada Cezanne ile tanıştı. Resimlerini gösterdi. Cezzane’ın yorumu ise şu oldu “doğrusunu isterseniz pek beğenmedim bunları sanki bir deli yapmış gibi” dedi. Vincent duydukları karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Böyle bir yorum beklemiyordu. “Bir Çift Bot” isimli resmini bile götürmüştü. Resmindeki ölüm ve yaşam arasındaki meşakatli yolculuk temasını anlamamalarına çok üzülmüştü.
Her bitirdiği resmi Theo’ya büyük bir heycanla götürüyordu. Aslında tek gayesi anaşılmaktı. Belki de birileri de çıkıp onu takdir etseydi kuşkucu tavırları yerini kendinden emin tavırlara bırakacaktı. Bütün derdini tuvallere aktarıyordu. İnsanların resimlere bakıp acısını anlamalarını bekliyordu.
İşte Gauguinde de bu resim aşkını görünce Arlesteki evinde Gaugin için özel bir oda bile ayarlamıştı. Arles ona çok fazla ilham veriyordu. O büyüleyici derin mavi gece, şehrin ışık yansımaları ve göz kamaştıran yıldızlar… Tam bir yaz mevsimi şehriydi. Zaten Vincent de yaz aşığıydı.
Derken kardeşi Theonun iknaları sayesinde Gauguin arlese geldi. Zaten Gauguin’in tüm masraflarını Theo karşılamıştı. Her ne kadar iyi anlaşsalarda fikir ayrılıklarından dolayı küçük tartışmaları oluyordu. Gauguin sanata keyif veren bir şey olarak bakıyordu. Van Gogh ise sanatı tanrının bir aracı olarak görüyordu. Aslında Vaizken yaptığını şimdi de yapmaya çalışıyordu. Sadece aracı farklıydı. Ne ailesi ne de arkadaşları bunu hiçbir zaman anlamadı.
Ayda 50’den fazla resim yapıyordu. Sanki acelesi varmış gibi… Resim çizmediği gözlemlemediği ya da resmi düşünmediği tek bir an yoktu. Sanki onu hayata bağlayan tek şey resimdi. Hatta satılabilecek bir resim yapmak onun için hayatta gelinebilecek en üst noktaydı. O dönemlerde “Bağbozumu” resmini yaptı. Yaşarken satılan tek resmi bu resimdir. O da hayatının son yılında satılmıştır zaten.
Yine bir gün Gauguinle kafaları güzelken hararetli bir tartışma yaşadılar. Tartışma o kadar ciddileşti ki Van Gogh Gauguin’e bıçak çekti. Gauguin de evi terk etti. Van gogh o sinirle kulağını bıçakla kesip attı. Bu olaydan sonra herkes ona iyice deli gözüyle bakmaya başladı. Küçücük çocukların bile dalga konusu olmuştu.
Zaten sara hastasıydı ve üst üste yaşadığı travmalar onu daha dalgalı bir ruh haline sokmuştu. Hastalıklarının bilincindeydi. Bipolar bozukluğunun olması onun yaşamını daha da zorluyordu. Bu zamana kadar yaşadığı tüm kötü olaylardan kendisini sorumlu tutuyordu hatta babasının ölümünü bile. Saint Remy De Provence Bakımevine yatmasını önerdiler o da bu öneriye uydu. Hem orada kalmak da ücretsizdi onu rahatsız eden de olmazdı. Hayal ettiği gibi resmini yapardı. Resimlerinde büyük bir dinamizm hakimdi sanki onun tuvallerinde yer gök hareket ediyordu. Bir yıl akıl hastanesinde kaldıktan sonra daha da kötüleşti. Krizleri artmıştı. Theoya tekrar kuzeye gitmek istediğini söyledi. o da Auvers-sur-oise’e taşınmasını önerdi. Van Gogh artık 37 yaşındaydı. Hayatının son iki ayını da burada geçirdi. Durmadan resim yapıyordu günde belki 3 resim bitiriyordu. Sarı rengini daha fazla kullanmaya başlamıştı hatta artık sarı onda bir saplantı haline gelmişti. Erken saatlerde kalkıp geç saatlerde uyuyordu. Bazen yemek arası bile vermiyordu. Sadece analışmak takdir görmek istiyordu. Belki de biri de çıkıp ben sana gönülden inanıyorum dese sonu hiç böyle olmazdı.
1889 yılında son otoportresini yaptı. Sadece yüzünde sıcak renkleri kullandığı buz gibi bir otoportreydi bu. Bakışlar o kadar keskin ki insanın içini bıçak gibi kesiyor. Resimdeki duygu aktarımı gerçekten muazzam.
Çok yalnızdı bu durum onu o kadar yiyip bitiriyordu ki artık resim çizme arzusu bile onu hayatta tutmaya yetmiyordu. 27 temmuz 1890 yılında “Buğday Tarlası Ve Kargalar” resmini yaptıktan sonra göğsüne ateş etti. Her zaman resmetmekten zevk aldığı o sarı buğday tarlasının üstünde vefat etti. Resmine baktığımızda da sanki iki el silah sesinden sonra kargalarını ürkmesini görürüz. Koca bir yas ve ürkme hakim. Vincent ölmeden önce öldüğü anı resmetmiş…
Ölüm döşeğinde “ Bunu bile başaramadım ölümü bile” dedikten iki gün sonra vefat etti. Sırf bu cümlesine bile onlarca yazı yazılabilir.
“Herkes kurtuluyor benden ben de kurtuluyorumm bu dünyadan. Bir cehennemde yaşadım, gittiğim yer bundan kötü olamaz” diyerek bu hayata gözlerini yumdu. Van Gogh ölmeden önce Theo’ya 2 tane daha mektup bıraktı. Böylelikle 663’ü Theo’ya olmak üzere toplam 902 tane mektup yazdı. Theoya yazdığı sondan ikinci mektubu can çekişirken yazdı hatta üzerinde kan lekeleri bile mevcut. Sonuncu mektubunda resimlerden, ışıktan ve renklerden bahsetti. Onunkisi öyle bir aşktı ki ölürken bile tek düşündüğü şey sanatıydı.
Hayatının son 5 yılında resim çizmeye başladığı halde tam olarak 900 tane yağlı boya eseri bıraktı bu dünyaya. Belki o öldü ama resimleri o yokken bile onun ruhunu bize hissettirmeyi başardı. Hayatındaki dramı ve acıyı renklerle beraber bu kadar büyüleyici anlatması kesinlikle değeri hakeden bir hareket. Hayal gücü , izlenimi; o kadar ileri görüşlüydü ki öldükten yıllar sonra ancak anlaşılabildi.
Belki şimdi eserleri milyon dolarlara satılıyor, filmler diziler yapılıyor ama ne fayda… Yaşamı boyunca asla anlaşılamayan yalnızlık içinde ölen bir ressam, öldükten sonra anlaşılsa bir şeyler telafi edilmeye çalışılsa ne fayda. Van Gogh’un yaşamı boyunca sevginin güvenin ve desteğin kırıntısına muhtaç olmasını ama asla alamamasını gerçek sanat severler omuzlarında bir yük gibi taşıyacaklar.
“işte böyle gerçek olan şu ki yalnızca resimlerimizi konuşturabiliriz”
Vincent Van Gogh
sanatla kalın…
isabella’nın fesleğeni