ÖNSÖZÜNÜ BİLDİĞİN KİTAP, KARA KAPLI BİR HAYAT

Kaynak belirtilmedi

 

 

Şarkıyı okurken keyifle dinlemeniz dileklerimle. Şahsımın öyküm ve kendim ile bağdaştırdığı bir melodiye sahip olup farklı düş dünyalarına sürüklediği için siz sevgili okurla da paylaşmak istedim. Keyifli vakitler dilerim.

******

Günlerden hangi gün, saatlerden hangi saat olduğu tam olarak kestirilemeyen bir bahar sabahı, bu eski mahallede eski kaldırımların üzerine doğru tatlı bir rüzgar esiyor ve kıyıda köşede kalan tozu kiri taş döşeme sokakların üzerine savuruyordu. Yol boyunca sıra sıra dizilmiş her biri başka renkteki evlerin de kaldırımların eskiliğinden hiçbir farkı yoktu. Hatta öyle ki dışarıdan yabancı biri bakacak olsa “virane” bile diyebilirdi buraya. Bu içindeki insanları dahi eskimiş olan yer, sabahın bu saatlerinde tatlı bir uykudayken yolun başındaki bir evin perdeleri, henüz hava alacalı bir aydınlığa büründüğü vakit açılmıştı. 

Evde yaşayan genç kadın, dün öğle vakitlerinden beri uyumuyor ve yine aynı saatlerden beridir oturduğu masanın başından kalkmak bilmiyordu. Yaşamakta olduğu bu semtin ara sokaklarından birindeki sahaftan aldığı kitabın önsözünü sayısını bilmediği kez okuyordu şimdi. Bu kitapta bir gariplik vardı ve bu gariplik genç kadını epey huzursuz ederek ürpermesine sebebiyet vermişti. Oysa okuduğu yalnızca adı sanı olmayan bu kitabın önsözüydü. Birazdan genç kadının siyah denilecek kadar koyu ve uzun kirpikli gözlerine güneşin artık iyice parıldayan ışıkları değdiğinde kadın yavaşça doğrularak kambur vaziyette oturduğu sandalyede geri yaslanmış ve ellerini kitabın sayfalarından çekerek gözlerini ovuşturmuştu. O an saatlerdir burada oturduğundan ötürü belinin ağrıdığını ve dizlerinin karıncalandığını hissetse dahi bir inat binmişti üzerine. Önsözü ona böylesine tanıdık gelen bu kitabın ne olduğunu çözmeden masadan kalkmayacaktı.

Bir müddet bedeninden gözlerine doğru yayılan yorgunlukla pencereden dışarıyı seyretti. Güneşin çok eski zamanlardan bu yana ışığını saçtığı bu semt, bir kaç saate kalmadan canlanacak ve insanlar orada burada koşuşturmaya başlayacaktı her gün olduğu gibi. Genç kadın, bu hareketliliğin aksine oldukça içine kapanık ve kendi halinde bir hayat yaşıyordu bir kaç senedir. Esasında henüz çocukken böyle olmasa da büyüdükçe durulmuştu dalgaları sakinleşen bir deniz misali.  Gözlerini pencerenin dışarısından çekti ve yeniden önündeki kitaba çevirerek bir kez daha okumaya başladı, Bu önsözde bu denli şaşırdığı şey, yazar hakkında verilen bilgilerin birebir kendine ait oluşuydu:

  •  Bundan da tuhaf olan şey sayfanın sonunda ölüm tarihine ve ölüm biçimine bile yer verilmiş olmasıydı.
  •  Eğer önsözde yer verilen kişi kendi ise takribi yetmiş yaşında, bir sabah vakti evinin bahçesini seyrederken oğlu tarafından ölü bulunacaktı.

Özellikle bu kısım onu oldukça ürpertmiş ve tüylerini ayağa kaldırmıştı.

Kitabın sırrını, o sahafta niçin bulunduğunu veya neden almak istediğini bilmiyordu. Sadece sahafın sahibi yaşlı adam, genç kadın kitabı eline aldığı sırada bir kaç şey söylemişti:

 Adamın anlattığına göre çok önceleri daha önce hiç kimsenin görmediği esmerce, güzel bir kadının onu getirip buraya bıraktığıydı. Ve yine sahafın söylediğine göre bu kitap üzerine değen mürekkep zerresini emiyor, geriye hiçbir şey bırakmıyordu. Bunu bir âlim mi yapmıştı yoksa bir büyücü mü orası muammaydı.

 Kadın bunu denemişti de alır almaz, sahiden yaşlı adamın söylediği gibi üzerine yazdığı kelimeler anında kitabın sayfaları tarafından yutulmuştu. Kitap, sanki çöllerde dolaşan bir bedevi gibi öylesine susamıştı ki, sayfalarına değen mürekkebi içerek gideriyordu bu susuzluk isteğini. 

Esasında kitabın gerçek hikâyesi tahminlerden çok da farklı sayılmazdı:

Kara kaplı bu kitabın yazarı, çok eski vakitlerde yaşamış bilge bir adamdı. Adam o kadar çok şey bilerek geçirmişti ki ömrünü, hayatında bilmediği şeyleri dahi bildiğinden ötürü evvela kendi hakkında bir önsöz yazarak kaleme almaya başlamıştı hayatında geçirdiği tüm vakitleri. Fakat yazar öldüğünde kitabın içindeki her şey silinmiş, sayfalarında hiçbir mürekkep tutmaz olmuştu. Yalnızca kimin eline geçse ilk sayfasında o kişiyle alakalı bir önsöz beliriyor ve içinin kişinin kendi bildikleriyle doldurulmasını istiyordu. Bilge adam, yaşadığı dönemde insan ya da evrenle alakadar tüm sırlara vakıf olmuş ve ölmeden hemen evvel yazdığı bu kitaba mühürlemişti ruhunu. İstediği şey ucu bucağı olmayan bir arzuyla kitaba sahip olan diğer insanların bildiklerini de bilmekti. Bilgeliğini ancak bu şekilde ebedi tutabileceğine inanarak yapmıştı bunu. 

 Genç kadın her ne kadar tüm bu yaşanmışlıklardan bihaber olsa da önsözden yola çıkarak doğduğu andan itibaren bu yaşına kadar yaşayıp gördüğü her şeyi kitabın sayfalarına karalama kararı aldı ve kenardaki kaleminin ucunu masanın köşesindeki mürekkebe daldırarak sayfaya eğildi:

  • “Bin sekiz yüz seksen senesinin günü belirsiz bir Nisan ayında anneciğimin rahminden çıkıp gelmişim bu dünyaya. Annemin ve de babamın söylediğine göre bir sabah vaktinde, güneşin dünyaya yeni yeni renk verdiği bir saatte gerçekleşmiş doğumum. Bundan sebep ”Güneş” adını vermişler zatıma. Bu ismi vermelerinin tek sebebi doğduğum vakitte değil, her zaman aydınlık bir yaşantımın olmasını da istemelerinden kaynaklanmış aynı zamanda. Fakat ben, bu isteklerini büyüdükçe boşa çıkarttığımı anlıyorum şimdilerde. Çocukken her ne kadar adımın hakkını veriyor olsam da şimdilerde oldukça içine kapanık ve sessizlik dolu bir hayat geçirmekteyim. Zira kalabalıkların içinde olmak yaş aldıkça çok yordu bedenimi ve ondan da önemlisi ruhumu. Bu sessizliğin sebebi dünyada olup bitene kulaklarımı tıkıyor olmam değildir. Aksine kendimi sustururum ki etrafımda olup biten her şeyin sesini daha net duyabileyim. Ama görünen o ki ne ailem bu amaçla git gide sessizleştiğimi anlamıştır ne de konuştuğum diğer insanlar. Ziyanı yok, çünkü kimseden bana çok büyük bir anlayışla yaklaşmasını beklememeyi de öğrendim. Benim anladıklarım ve de bildiklerim kendi benliğime yeterli geliyorsa fazlasını hiçbir zaman istemedim. Çocukluk günlerim benden bir kaç yaş büyük ablamla ve de benden dört sene sonra doğan kardeşimle yolda izde oyunlar oynayarak, oradan oraya koşturarak geçti. Fakat o dönemlerde çok da kıskançtım. Kimi zaman ablamı kimi zamansa kardeşimi kıskanır, her şeyin en iyisini yapmak ve de bilmek için büyük bir hırsa kapılarak hareket ederdim. Hatta öyle olurdu ki diğer çocukları da kıskanırdım bazı vakitler. Ama zaman geçtikçe fark ettim ki bu kıskançlıkların da  bir manası yoktu. Zira bir şeyin en iyisini yapıyor olmam bana annemin, babamın ya da herhangi birinin takdirini kazanmaktan başka hiçbir şey getiremiyordu. Bu takdirleri kazanmak da bana geçici bir hazdan başka hiçbir şey vermemişti. Bunu fark ettiğimde on veya on iki yaşındaydım, sonraları bu farkındalığı kazanmış olmam zararıma mı oldu faydama mı bilinmez, içine kapanık bir bilme, daha doğrusu bilgeleşme arzusuna dönüştü her şey. Bir şeyleri bilmek ve başarmak istiyordum fakat bu kez bir başkasının takdiri için değil de kendimi yetiştirme arzusuyla dolup taştığımdan istedim bunu. Bu defa da zaman geçtikçe bu arzu içimde büyüdü büyüdü ve kabına sığmaz bir hal alarak içimin her zerresine bulaşıverdi. Bir şeyleri bildikçe öğrenmek, öğrendikçe yeni şeyler keşfetmek istedim…
  • Bu içimdeki arzuların başka şeylere dönüşmesi, bir iki mahalle aşağımızdaki ortaokula başladığım vakitlerle eş zamanlı olarak gerçekleşti. Yine o zamanlar daha önceleri hiç tatmadığım, varlığını dahi bilmediğim bir duyguyu da tatmıştım. O duygu öyle bir duyguydu ki benim zihnimin içerisinde var olan tozpembe dünyayı, rengârenk hayalleri de altüst ederek kendimin hiç bilmediği bir yanımı gün yüzüne çıkartıvermişti. Bu duygu kaybetme duygusunun ta kendisiydi. Büyükbabamın öldüğü gün böyle bir duyguyla karşı karşıya kaldığımı idrak edemesem de sonraları onun yokluğunun ağırlığını içimde bir yerde hissedince esasında hayatın benim aklımda düşlediğim gibi bir şey olmadığını ucundan da olsa tadıvermiştim. İnsanlar konuşurdu, “birileri öldü daha geçen gün gömdük” derdi fakat bu bana sanki bir masalmış gibi geldiğinden düşlediğim o renkli dünyadan hiçbir şey eksilmezdi. Hiçbir çocuk böyle bir duygunun varlığından da haberdar değildir doğrusu. Birilerini kaybetseler dahi bu kadar içselleştirmezler sanıyorum. Bu beni neden bu kadar çok etkiledi ve niçin bir anda yalnızca bu duygunun ağırlığı üzerime çöktü hala bilemem. Belki de büyük babama beslediğim sevginin büyüklüğündendi. İşte bu duyguyu tattığım zaman kaybetme duygusundan başka kötü ve de insanı etkileyen duygular olduğunu, her insanın iyi bir niyet gözeterek düşünmediğini de algılamakta gecikmedim. O zamanlarda zuhur etti bu sessizlik ve içe dönmüşlük hali ruhuma. Fakat kimse böyle bir durumda olduğumu anlayamadı. Yalnızca büyüdükçe değiştiğimi düşündüler o kadar. Ama ben bunu hiçbir vakit değişmek olarak adlandıramadım. Zira her insanın içerisinde böyle bir yan vardır. 
  • Sonra on dört yaşında evimizden uzakta, pek övülecek bir yanı olmayan bir başka okulda eğitimime devam ettim. Annem, babam, çevremdeki insanlar hep daha iyi bir okulda eğitimimi sürdüreceğime inandıkları için bu okulu kazandığımda hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü onların gözünde içimde hala çocukluktan kalan o hırsı taşıyordum ve her şeyin en iyisini ben yapmalıydım. Hala öyle sanıyorlar sanıyorum ve benden, benim kendimden bile beklemediğim kadar büyük bir beklentiye giriyorlar. Oysa zaman geçtikçe hırs denilen o duygu belki de en sevmediğim duygu haline geldi ve benliğimden epeyce uzaklaştı. Hiçbir şeyi öyle çok istemedim sadece beni doyuracak kadar bilgi sahibi olsam yeterdi.  Çünkü yine fark etmiştim ki hırs insanın için zehirleyen, vakit geçtikçe kalbini körelten bir duyguydu ve ben bunun olmasını hiç ama hiç istememiştim. Belki de adımın ışıltısı kalbime sirayet etsin diye umduğumdandı bu, bunu da bilemiyorum. 
  • Liseye gittiğim dönemlerde, kaybetme duygusunu tattığım o yaşlarda içimde baş gösteren yazma arzusu daha da artmış ve tamamıyla ruhumun her zerresini bir şeyler yazmaya adayarak, uyanık kaldığım her an elim kalem tutsun, edebiyatla iç içe kalayım istemiştim. Bunu istemiştim çünkü o can yakıcı duyguların varlığından haberdar olduğum vakitten bu yana kelimeler yardımıyla kendime bin bir düşlerin barındığı dünyalar yaratma olanağını da görmüştüm. Fakat nedendir onu da bilmem bu isteğime hiç ulaşamadım. Sanıyorum ki ömrüm boyunca da ulaşamayacağım. Çünkü bu istek öylesine yoğun ve içinde acısıyla tatlısıyla sayamayacağım kadar çeşit çeşit şey barındıran bir istek ki ne yazmış olursam olayım, zihnim ne düşlemiş olursa olsun asla bu isteği karşılayamayacak. 
  • Yazmakla da kalmadım zaman daha da ilerledikçe. Okudum. Çok okudum. Ne konuda olduğu fark etmeksizin sürekli okuyup bir şeyleri anlamlandırmak istedim çünkü bundan başka şey beni anlıkta olsa doyurmuyor ve memnun hissettirmiyordu. Sanki içinden çıkılamaz bir girdap bu bilmek ve bilgeleşmek isteği. Öğrendiğim ve doğruluğundan emin olduğum hiçbir şey yetmiyor. Yemek yemek, su içmek gibi zarurileşti artık. Sanki bir şeyleri bilemezsem nefeste alamayacakmışım gibi hissettiriyor. Bilmek istiyor, öğreniyor ve tüm bunları gerçek dünyanın acı hallerinden az da olsa uzaklaştırarak yazdıkça yazmak istiyordum. Bu isteğin asla dinmeyeceğini bilsem de elimden fazlasını yapmak adına bir başka şey de gelmiyor şimdilerde. Anlaşılmakta güçlükte çekiyorum üstelik. Ben bir şeyleri bildikçe kimse istediğim minvalde anlamıyor beni. Oysa bir şeyleri daha az bildiğim günlerde bu başkaları tarafından anlaşılma konusunun da bilgimle doğru orantılı olarak ilerleyeceğini sanırdım. Bunun sandığım gibi olmaması yalnızlaştırıyor da beni. Sanıyorum bilinen şeylerin artması insanın hiç istemediği o maddi yalnızlığı da arttırıyor. Bunun böyle işliyor olması da çok tuhaf. Bilemiyorum şimdilerde. Umuyorum ki yaşayıp gördükçe bilebileceğim bunu da.”

Güneş, bir yerden sonra yorulup yazmayı bıraktığında yazdığı sayfalara şaşkınlıkla baktı. Zira kitap daha önceleri denediği gibi yazdığı kelimelerin hiçbirini yutmamıştı. Öylece duruyor ve hatta dünyanın en iyi mürekkebiyle yazılmış gibi capcanlı bir şekilde parıldıyordu kelimeler. Bu durumu her ne kadar tuhaflaşsa da bu kitaba kendi bildiklerinden bir şey yazdığı müddetçe anlayacaktı ki esasında bilmediği, daha öğreneceği tonlarca şey vardı. Hiçbir zaman hiçbir konuda kesin olarak :

“evet, ben bunu tam manasıyla biliyorum ve bu bildiklerimle hayata hazırım.” 

diyemeyecekti. İşin doğrusu bunu, kıyısından köşesinden bir şeyleri düşünmeye başlamış her insan bir şekilde kavrayabilirdi. Ama şimdilerde kimsenin bir şeyleri detaylıca düşünecek vakti yoktu. Zira herkes biliyordu ki bir şeylerin farkına varmak beraberinde hoşnutsuzluk hissiyatını da getirirdi. Fakat bilmedikleri bir şey daha vardı:

 bu hoşnutsuzluk, hayatın esas lezzetini ortaya çıkartan şeydi.

Güneş artık oturmaktan ve de yazmaktan yorulduğundan dolayı elindeki tüy kalemi ahşap masasının bir kenarına bıraktı ve yazdığı sayfaları gerisin geriye çevirerek yeniden önsözü buldu. Son bir kez daha artık daha da belirginleşen kelimeleri okuduğunda bu yazarın kendisi olduğunu da kabullenmişti. Dudaklarına hoş bir tebessüm konarken sonra yazmaya devam etmek üzere kitabın kara kaplı kapağını kapattı ve üzerinde altın rengi harflerle bir yazının belirdiğini gördü. Tam olarak okuyamasa da gördüğü kadarıyla beliren yazıda büyük harflerle:

“HAYAT” 

yazmaktaydı. O an anladı ki insan hayatını bir şeyler bildikçe ve belleğine yeni şeyler ekledikçe kazanıyor ve hemen herkes bir başkasının hayatını yalnızca basit bir anlamak eyleminden öteye geçirmeden ancak bir kitap gibi okumakla kalıyordu.  Bu kendisi için de böyleydi. Bu değişmez gerçeği göz ardı etmeden, beyninin bir köşesine iyice yerleştirdi. Ama yine de görüp bildiği her şeyi asırlar öncesi bu kitabın yazarının yaptığı gibi bu sararmış sayfalarda kaleme alacaktı. Zira bir bilginin söylediği gibi: 

“Kağıda dokunan kalem, kibritten daha çok yangın çıkarırdı.”

 Kitaba son bir kez baktıktan sonra dinlenmek için odasına gitti ve derin bir uyku çekmek üzere yatağına uzandı.

*****

Peki sevgili okur, bu gerçekten de böyle midir?

Hayatımız başkalarının yalnızca anlamkla kalacağı, kendimizinse bildikleri ve dahi bilmedikleriyle öleceği kara kaplı bir kitap mıdır?

Ben bu öyküyü yazarken bu kısa yaşantımda hayatın nasıl ve neye benzeyeceğine dair olan görüşlerimi, şimdiye değin yaşadığım şeylerin bende nasıl bir etki bırakarak düşünce biçimimi ne yönde etkilediğini biraz fantastik bir kurguya dökerek anlatmak istedim sizlere. Umuyorum ki okurken sıkılmamış ve hayatın içerisinden parçalar bulabilmişsinizdir.

Sayglarım ve sevgilerimle. Esenlikle kalın.

Her zaman kullandığım mahlasımla 

Emekliraskolnikov.

*****

Beni Sil
kooplog editörlerinin silinen yazıları kontrol edip, gerektiği takdirde hukuki süreçler için kullanmak üzere belirli süre sakladığı resmi hesaptır.
Önceki
Cinsiyet Sorgusu Yapalım

Cinsiyet Sorgusu Yapalım

Sonraki
Biz kimden kaçıyorduk anne

Biz kimden kaçıyorduk anne

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.