Tanrı bir sabah kalkar ve yazıcısına seslenir:
“İçlerinde ki kötülüğü def edin”
- Yazıcı tüm gecedir uyumamış ve kafası dün ki emirlerin yükü ile mücadele içindeydi. Bunalmıştı, biraz olsa dinlenmek istiyordu. Ya da biraz bile olsa vicdan azabı çekmemeyi.Bunun mümkün olmadığını ve şeytanla savaşamayacaklarını, bunu yapabilecek tek kişinin yine kendisinin olduğunu söylemek istedi, görebilseydi eğer söyleyeceği daha bir çok şey vardı, biraz kızmış olsa gerek, bir dağın ağırlığı ve bir hyperionun boyu kadar olan kalemini kaldırdı ve hırsını atabilmek için tüm gücüyle kitabın tam ortasından cümleye başladı.
“İnsanlar…”
- Kendisi farkında olmasa dahi, yazıcının kalemi evrenin kaderini belirliyordu, her yazılan harf tüm evrende sarsılmaya sebep olur, insanlar bunu doğal afet diye nitelendirirdi. Kendisi bu duruma, haksızlık olarak bakar ve ölümlere sebep olan bir çalışma şekline içten içe kızardı. İşini yapmasına engel olabilecek bir duygu beslemenin ne demek olduğunu derin derin düşünmeye iten sebep işin ta kendisiydi. Daha derine inmesine sebep olansa elinde tuttuğu kalemin kendisine kıyamete kadar bağlı olduğunu yaratıldığı ilk vakit ona söylenmiş olmasıydı. Yani derine inip işini ve kendisine bunu yazdıranı yargılamak istese dahi bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu, kendisi için daha yaşanılabilir olmasına sebep olan ve onu rahatlatan da tek duygu buydu. Yapabilecek birşeyi olmaması.
Bunca düşüncenin arasında, yaratılışın başından beri gerçekleşmemiş ve olma ihtimalini daha önce hiç düşünmediği bir olaya şahit oldu.
Tüm evrenin kaderini belirleyen, her canlıya yaşam biçip, evrenin kanunlarını koyan kalemi bir dağın ortadan ayrılması gibi ikiye yarıldı.
- Kendisini kıyamete kadar sorumlu olduğunu düşündüğü kalemin kırılması ile, ona gelen buyruğu yazamamış olarak kaldığı bir olayın tam ortasında, odanın diğer ucunda elleri is olmuş, ağzı açık, kalemin elinde kalan yarısına bakakalmış şekilde buldu. Ne olacaktı şimdi? Ceza mı verilecek? Kanatlarım gider mi? Neden oldu bu? Ben mi yaptım? Ne yaptım ki acaba? Bu zamana kadar yaptıklarım ile arasında ki fark neydi? Madem bir fark yok neden şimdi kırılsın? O kadar çok düşüncenin arasında bir anda, sanki kalemin kırılması kafasında bir pencere açmıştı. Suratına; sert, soğuk bir rüzgar yemiş gibi yerinden fırladı, kendisini sonradan ne olacağını düşünmemeye iten, korkunun ve telaşın etkisi ile bir fikir kapladı.
“Kaçmak”
- Bulunduğu odayı ilk defa nasıl kaçabilirim diye incelerken farketti ki oda içerisinde ne dışarıya bakmasına yarayacak bir pencere ne de kapı vardı. Sadece gökyüzüne bakmasını sağlayan yüzlerce metre yükseklikte camdan tavanı, kendisi, kalemi ve kitabı vardı. Bu zamana kadar evim dediği yerde ki tek vasfının aslında yazı yazmaktan ibaret olduğunu ilk defa farketti. Kanatları odanın üç katı büyüklüğünde, ne cam var ne kapı, nerde olduğunu bilmiyor, varoluşun başından beri elinde tutulur tek gerçeklik olgusu sadece kendisinden ibaret, duyduğu bir ses ve yazılması gereken kurallar. Artık hem korkmuş, hem daha çok kızmıştı. Birilerine hesap sorması gerekiyordu ama nasıl veya kime sorularının arkaları boştu. Varoluşunun en berbat vakti yaşanıyordu.
- Kızgınlığı ve ve kaçma isteğinin henüz tam farkında değilken tavanı yerden yüzlerce metre yüksekte olan odanın tepesinden gözünü yerinden çıkaracak kadar parlak bir ışık belirdi. Tanrı olabileceğinden o kadar çok korkmuştu ki yere çöküp başını dizlerinin arasına almış kollarıyla kafasını kapatmıştı.
- Olaylar o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki hangi düşünce ile hareket edeceğini bilmesi mümkün değildi. Ama kararlı olması gerektiğinin farkındaydı.Bunun bir yardımı olmayacağını düşündü. Kafasını kaldırdı ve ışığa doğru baktı. o an korkusu azaldı çünkü odanın tepesinde ki ışık ona doğru gelmiyor, aksine ondan uzaklaşıyordu. Odanın bir ucunda beliren kapıyla beraber.
Artık hem kafası karışmış, hem korkmuş hem de şaşkındı. Binlerce yıldır tek düşüncesi varoluşunun minneti olmuştu, şimdi ise karar vermesi gereken bir anının tam ortasındaydı…
Cennetin tüm melekleri yukarıya doğru yükselen ışığa bakıyordu. İdari binadan binlerce yıldır tek bir kişi bile çıkmamıştı. Oranın dışında bulunan hiçbir melek içeride kimlerin olduğunu da bilmiyordu.Zaten merak etmeleri mümkün değildi. Şimdi ise galaksinin alabildiğince büyüklüğünde bir ışık yükselmişti. Herkes görevinin başından ayrılmış ve büyük salona doğru yürümeye başlamışlardı. Herkes bu ışığın varoluşun kendisi olan Tanrı’nın olduğuna gayet emindi. Bu durumu onlara açıklayabilecek tek bir kişi vardı. Cennetin koruyucusu ve Tanrı”nın en sadakatli askeri
“Micheal”
- Micheal büyük salonda oturmuş cennet bahçelerinde ki sonsuz içeceklerin tadına bakıp arada insanoğluna üstten bakışlar atarak kardeşinin fesatlıklarına içten içe hayran olurdu. Çünkü kardeşinin idealizmi binlerce yıldır savaşlara, yalanlara, insanların birbirlerini canice katletmelerine sebep olmuştu. Bu durum Micheal’da hem hayranlık uyandırır hem de insanoğlunun bu kadar basit varlıklar oluşuna karşı onu daha sinirli yapıyordu. Çünkü cennet kurulduğundan beri aynıydı ama insanoğlu bir şekilde gelişmeyi başarıyordu ve kendi iradelerinde verdiği kararlar,bu kararları verirken bağımsız şekilde hareket etmeleri Micheal’ın belli etmese de gücüne gidiyordu.
- Cennetin tüm melekleri toplanmış sayılırdı. İdari binanın kapısından da yüzlerce melek çıktı. Herkes büyük salonda endişeli gözlerle toplanmış Micheal’ın bu duruma bir açıklık getirmesini bekliyordu. Micheal oturduğu yerden kalktı ve endişeli gözlerin içinde ki o en nefret ettiği duyguyu gördü.
“Şüpheyi”.
- Tüm endamıyla kanatlarını açıp kendisini gösterdi. Kanatları bir meleğin görebileceği ve sahip olabileceği algısının çok üstünde bir güce sahipti. Gökyüzünde şimşeklere sebep olur hatta bazı meleklerinin varoluş algısının kaybolmasına yol açardı. Bu yüzden Tanrı ona sadece emir verirse kanatlarını açabileceğini söylemişti. Ama Micheal şüpheyi görmüştü ve kendisine hakim olamadı. Korkudan donakalan tüm melekler Micheal’ın ağzından çıkacak iki kelimeye bakıyordu. Micheal ise Tanrı’nın emrine karşı geldiği için ceza almasından korkuyordu çünkü yine sabırsız ve düşüncesizce bir hareket yapmıştı. Sinirine yine yenik düşmüştü. Bunu belli etmemesi gerektiğinin farkındaydı ve sadece :
- “Gördüğünüz ışık Tanrının size varoluş ışığını göstermesiydi. Size kendisinin varlığını ve gücünü hatırlattı. Siz ise insanoğlunun aşşağılık duyguları ile kaplandınız ve Tanrı’nın gitmiş olabileceğini düşündünüz.” dedi.
Aslında kendisi de sebebini bilmiyordu ama kıvrak zekasını kullanarak şüpheleri yok etmesi için bir yol bulması lazımdı. Başarılı olduğunu düşünerek yine o büyük egosuna bir basamak daha koydu ve herkesi işinin başına gönderdi.Oysa farkında olmadan daha büyük bir probleme yol açmıştı. Kendisinde oluşan anlam veremediği ama her işi çözümlemediğinde varlığında ki gücü ve bilgisi artarak onu şüpheden daha kötü bir duyguya sürüklüyordu.
Tanrı olma isteğine…