HEVESSİZ BEKLEYİŞLER:
Bazen bir market sırasında, otobüs durağında, stadyum da veyahut sinema/tiyatro sırasında. Bekleyen insanları, kabadan ya da tek tek incelerseniz, bazılarının isteksiz oluşu dikkatinizi çeker.
Yüzlerinden okunmaktadır o an o insanların pek de büyük bir arzu, heves içerisinde oraya gelmedikleri, belki de senenin en güzel gününü, akşamını, yorgunlukları sebebiyle hiç etmeye hazırlanıyorlar kim bilir. Ne yaşadılarsa artık gelmeden önce, pirinç tanesi kadar ışık kalmamış gözlerinde.
Sipariş ettiği yemeği bekleyen bir insan, iştahla değil, yıkılmışlıkla bekliyorsa yemeğini, ne bir doygunluk olacak, ne de lezzetli gelecek yemeğin tadı ona. Tek derdi yemeğin gelmesi, yedikten sonraysa monoton hayatına bir an evvel dönebilmek. Ona alışmış çünkü.
Hayatın bu kısa molaları artık bir anlam ifade etmiyor onlar adına.
Morali çok bozuk, canı çok sıkkın, kim bilir, belki de intiharın eşiğinde, darağacına girmeden evvel birkaç lokma daha yiyerek veda etmek istiyor hayata. Daha derin düşününce işin içinden çıkılmayacak bir noktaya varıyoruz.
Her gün gördüğünüz bir arkadaşınızı düşünün, intiharına saatleri saydığını, insanların onun için bir şey ifade etmediği gerçeğiyle yüzleştiğini.
Bulunduğu konumun farkında ve daha da kötüsü, bu durumun düzelmeyeceği düşüncesini iyice kabul etmiş bir insanın, yiyeceği yemek, izleyeceği film, gittiği tiyatro her ne olursa olsun, otobüsten inince nereye gidecekse gitsin, hayat “Artık bitti” hissiyatını insana bir kere empoze ettikten sonra bundan geriye dönebilmek çok ama çok zordur, psikiyatrik yardım almadan da neredeyse mümkün değildir.
Bir insan, bittim dedikten sonra, nasıl tekrar başlasın?
Kendinde o inancı ve hevesi nasıl oluştursun?
NASIL DÜZELECEK:
Yorgunluğunu nasıl aşsın, kolay değil ki sıfırdan tekrar yüz olabilmek, birer birer artarak mevcut kişiliğimize yeni özellikler ve nadide yönler kata kata bir yol kat ederiz biz insanlar olarak.
Yorulmaksa bu yoldaki ilk gerçeğimiz olacak, bacaklarımızı ağrıtan yürüyüşler, ellerimizi ağrıtan yazım seansları bizi bir şekilde bulunduğumuz bu yetersizlik noktasının dışına taşıyacak, günden güne ise kendimizi daha iyi hissedeceğiz.
Yüzümüzdeki yorgunluğum gitmesiyse tamamen bizim daha iyi olmayı ne kadar istediğimize bağlı olacak. Hiç kolay bir şey değil, şarjlı piller gibi düşünün.
Paketi açıldığında ve şarjı bir kez doldurulduğunda, kullanabileceğiniz süreyle, birkaç ay sonra tam şarjı dolunca dayanabileceği süre arasında bir hayli fark olacak, her dolduruşunuzda minimum 5-10 dakikalık bir kullanım süresine elveda diyeceksiniz elinizde olmayan nedenlerden ötürü.
Teknoloji her ne kadar gelişmekte olsa da insan teknolojiye bir yere kadar ayak uydurabilir, o yerden sonraysa yalnızca teknolojiden yardım alarak kendine bir şeyler katabilir. Teknolojiyi var eden ve geliştiren insandır, teknolojinin gelişmesiyle birlikte yaptıklarını azaltan, kendini tembelliğe ve asosyalliğe iten de yine insandır.
Bir nevi insan, teknolojinin gelişimi adına attığı her yeni adımda, topuklarına birer el ateş etmekte ve günden güne şarjlı pilmişçesine kendi yaşam süresini, şarjını kısmaktadır.
Bu kolaylıkların sağlandığı Dünyadaysa insanın hevesini kaybetmesi, telefonuna gelen bir kısa mesajdan veyahut maaş kesintisinin banka bildirimi, gününü, haftasını kötü geçirmesine yeterli olacaktır. Zira bu da demek oluyor ki teknolojinin en basit ve en önemli araçlarından biri olan cep telefonuyla bile bir insanın yaşam enerjisini azaltmak mümkünmüş.
İnsanlık, maniple edilmeye o kadar müsait ki bunun farkına vardığınız anda onlardan istemeyeceğiniz hiçbir şey neredeyse yok. Belli başlı ütopik arzuların dışında tabi. Yalan söylemek ve birilerini kandırmak ziyadesiyle kolay, basit düşünmek, akla ilk gelen cümleyi kurmak, ardı arkasını düşünmeden hareket etmek, insanın en büyük hataları arasındadır.
Bir insanın kalbine ve cebine giden yol, onu pohpoh şelalesinde yıkamaktan geçer, yalanabildiğiniz kadar insana yalakalık ederek, araya tanıdıklarınızı sokarak, istediğiniz her mevki, ulaşılabilir hale gelir.
Kimse sizin ne yaptığınızı sorgulamaz, insanların heveslerini kaybetme sebebi de bu işte.
Adaletsizlik.
Hak edenin hak ettiği yere gelmemesi, kimi insanların hiç tanışamaması, sevince korkup söylememesi. Başkasının kollarındayken sevdiğini izlemesi.
Başka bir evrende belki hepimiz en güzel halimizle oluruz, sevdiklerimiz hep yanımızda olur, hayalini kurduğumuz işte çalışmaya başlar, sevdiğimiz kişiyle mutlu bir yuva kurarız.
Ama uyanalım, burası; Gerçek Dünya!
Ve Gerçek Dünya’da işler bu şekilde ilerlemez, hayata ne verirsen onu ekersin, o zamanda karşına birinin halasının oğlu çıkar, elini kolunu sallayarak çabalarını geçersiz kılar.
HAK VERMEK GEREK:
Böyle sonuçları olan bekleyişlerle dolu bir Dünya’da hevessiz, yaşayan ölü vaziyetinde birini, dürümcüde, yüzünden düşen bin parçayla görmemiz, doğal değildir de nedir?
Hevesi kursağında boğulmuş, o lokma boğazından geçse ne geçmese ne onun için, tek derdi aç kalmamak o an, yoksa değil dürüm, gurme yemekleriyle nam salmış bir lokantadan çıkmış, güzel kokulu, enfes baharatlarla süslenmiş, tam kıvamında bir et sote, yanına bol soslu ağız sulandıran bir spagetti bile olsa, önündeki tabak onun için hiçbir şey ifade etmez, karnını doyurur, sigarasını yakıp yoluna devam eder, minimum miktardaki beklentisini de yanına alarak.
Hava da soğumaya başladı, bir elini feda ediyor sigarası için, öteki elini de moralini bozan cep telefonu için, sevdikleriyle konuşuyor arada, yemek yediğini söylüyor, sonuçta bu cansızlıkta bir insanın yemek yemesi büyük bir gelişmedir.
E haklılar da yarın bir gün başka yerde yerlerine başkası konacak, sevdiklerini elin adamı/kadınıyla görecek, alma planı yaptıkları ürüne gelen zam karşısında derin bir nefes almakla yetinecekler.
Hayat, hevesi az olanın, beklenti yaratamayanın üzerine daha fazla gider bilir misiniz, hepimizin vardır böyle dönemleri, yoğun yaşanmışlığın ardından usulca geliverir, bizse yataktan kalkacak dermanımız yokken, okul sırasında, lokanta da ya da otobüs durağında buluruz kendimizi.
Hayat bizim canımızı daha o kadar çok acıtacak ki bu yarım yamalak yorgunluğu mumla arayacağız, tabi o günlerde güçlü durabilmek, hali hazırda yorgun geçirdiğimiz günlerde neler yaptığımıza, bu yorgunluğu nasıl attığımıza bağlı olacak.
BİR TAKIM YORGUN İNSANLAR:
Demem o ki aramızda bir takım yorgun insanlar var, hayattan beklentilerini kısmış, en sıradan şeylere bile şevk duymayan, kendini yorgunluğuyla yalnız başına bırakıp piyasadan çekilmiş bazı insanlar var.
Ortak olan en büyük özellikleri, bir dönem bu insanlar, şu an bulundukları kişinin tam tersiydiler.
Çevrelerine neşe saçan, her türlü organizasyona katılan, bir düzine plan yapan, kendilerinden önce sevdiklerini düşünen, onların mutluğu için çabalayan, filmlerde görebileceğiniz türde insanlardı.
Mevcut takvimde ise onlar gitmiş, yerlerine daha bitkin, yorulmuş, yine de halen daha bir şeylerin içinde olmayı seçip, yorgun halleriyle dürümcü koltuklarını işgal eden, sinema/tiyatro salonlarında oflayıp puflayan, yine de arada kıkırdayan, sevinçlerini yutan, üzüntülerini gömen, korkularıyla yüzleşen, her şeyin en kötüsünün, olacak tek ihtimal olduğunu düşünen, yorgun süvariler.
Atlarını terk etmiş, bir hanın en uç masasına yerleşip, hancıdan bir bardak bira isteyip, kesmediği için tüm fıçıyı bitiren, annelerin çocuklarına asla ama asla örnek olarak göstermediği, oysa içlerinde çok zeyrek bir zeka yatan, bilge ve bezmiş, yorgun mu yorgun süvariler.
Savaşacak gücü yeniden toplamayı arzulayan, yine de hayal dünyasına uğramaktan da uzak duran, yorgun insanlar.
Varsa çevrenizde böyle insanlar, onları hayata kazandırmak için sadece yanlarında olun, onları yalnızlıklarına terk etmeyin, başlarını da şişirmeyin ama. Emin olun zamanı geldiğinde en yakın arkadaşınız olacak bu kişiler, ah şu yorgunluğu bir atabilseler.